Vakıf Başkanımız Ahmet Okumuş’un İftar Programı Konuşması

Kıymetli hazirûn, muhterem misafirler, sevgili dostlar;

İftarımızı teşrif ettiniz, hoş geldiniz. Yine bir Ramazan vesilesiyle buradayız. Yeni bir hasbihâl, belki bir beyan-ı hâl için sözleştik, buluştuk. İnşallah, açık bir zihinle, berrak bir görüşle, salim hislerle bu hasbihâli tamam ederiz.

Her kuşak bir tecrübeler silsilesi içinde olgunlaşır. 1914-18, 1968, 1980, 28 Şubat gibi tarihler yalnızca takvimsel belirteçler bir kronolojinin homojen uğrakları değildir. Bir zaman dizininin mütemadi akışına iliştirilmiş numaralar değildir bunlar. Kuşakları inşa eden, belki pişirerek, belki öğüterek inşa eden tecrübi dönemeçlere delâlet ederler. Bu itibarla kişinin, grupların, kurumların hangi kavşakta, hangi zaman eğrisinde, nerede durdukları önemlidir.

Bizim kuşağımızı da inşa eden, ümit ve heyecanlarını şekillendiren belirli tecrübeler oldu elbette; bizden önceki kuşakların tecrübelerine benzeyen ya da benzemeyen. Fakat zannediyorum burada, bu mecliste buluşmuş olan bütün kuşakların iştiyaklarına yön veren ortak bir tecrübe vardı ki o da bir terkib asrında yaşamıyor oluşumuzdu. Evet, hiçbirimiz, bu meclisteki hiç kimse, yaşı ne olursa olsun, hangi kuşaktan olursa olsun, bir terkib asrının çocuğu olmadı. Bazı asırlar vardır ki onlar terkib asırlarıdır; Kurumlarınız istikrara, sanatınız bir üsluba, siyasetiniz bir dile, ilminiz bir tasnife kavuşmuştur. Bir medeniyetin bütün formlarıyla kendi sesini bulduğu asırlardır bunlar. Bizimkisi böylesi bir terkib asrı olmadı ama Sezai Karakoç’tan mülhem söylersek “hıçkıran bir asır” da değildi (Belki dedelerimizin, büyük dedelerimizin asrı hıçkıran bir asır olarak anılabilir). Bizimkisi daha çok bir hesaplaşma, belki bir arayış asrı oldu.

Bu arayış asrı içinde vakıflar ve benzeri kurumlar bizim gibi kuşaklar için bir ada, bir liman oldu. Buralarda fikri öksüzlüğümüzü biraz olsun yatıştıracak dostlar, yarenler, mihmandarlar bulduk. Arayışlarımıza bir istikamet, heyecanlarımız için muhataplar bulduk. Farklı meşrebleri, değişik mizaçları, bir kaç kuşağı harmanlayan bu vakıflarda çalıştık, yeşerdik ve neticede belki ferden ferda, belki kişisel olarak layık olmadığımız fakat bizi haleleyen kardeşlik halkası itibariyle layık bulunduğumuz vazifelere getirildik. (Şahsen bir vakıf kürsüsüne ilk kez 1999’da üniversite son sınıftayken Bilim ve Sanat Vakfı’nda değil, ama kardeş bir vakıfta, Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda çıkmıştım. Öğrencileri temsilen birinin konuşması istendiğinde hocamızın delaletiyle biraz da apar topar kürsüye varmıştım. İşte şimdi bugün arkadaşlarımla birlikte yine bir vakfın, Bilim ve Sanat Vakfı’nın çalışmalarına nezaret etme mesuliyetiyle buradayız. )

Peki böyle bir asra, böyle bir âleme doğan bir vakıf ne yapabilirdi? Terkibini kaybetmiş bir asra doğan bir vakıf. . . Bu noktada Bilim ve Sanat Vakfı’nın tarihçesini anlatacak değilim; fakat kısaca ifade etmek gerekirse vakfın serencamını kabaca üç dönem içinde izleyebileceğimizi düşünüyorum: Kökü 80’lere kadar geriye giden ve kurucuların ya da tabiri caizse kurucu babaların yetiştikleri bir kuluçka dönemi; 90’larla gelen bir kendini tarif, kendi sesini bulma ve şahsiyetini/personasını tebarüz ettirme dönemi (ki Divandergisinin ilk dönemi ve Vakfın’ın Aksaray’daki çalışmaları bu döneme tekabül eder. ) ve 2000’lerle gelen bir inkişaf ya da genişleme dönemi (ki vakfın yeni ve daha geniş bir mekâna geçişi, merkezlerin kurulması, TALİDdergisi ve Hayal Perdesi sinema dergisi ve nihayet gerek lisans gerek yüksek lisans düzeyinde artık yüzlerce mezun vermiş olan İstanbul Şehir Üniversitesi bu son dönemin meyveleridir.) Özetle 80’lerin kuluçka dönemi, 90’ların temerküz dönemi ve 2000’ler boyunca izleyebileceğimiz bir inkişaf ve meyveye durma dönemi.

İşte bütün bu çaba ve meyveler esasen başta sorduğum soruya verilmiş bir cevaba istinad ediyordu. Terkibini yitirmiş bir asra doğan bir vakıf ne yapabilirdi? Bu noktada bir tercih, bir tespit yapılmış ve bilgi sorununu, ilmî geleneği yeniden inşa sorununu merkeze alan bir çabaya girişilmişti. Ve Vakıf, benzeri çabalardan bu yönüyle, yani bilgi sorununu merkeze almış olmasıyla farklılaştı.

Kuşkusuz bilgi sorununu merkeze alan ve Vakf’ın çağdaşı kabul edebileceğimiz başka entelektüel çizgiler de oldu. Mesela gelenekselci ekolün kutsal bilimi ihya çabası, mesela bilginin İslamileştirilmesi projesi, ya da mesela icmali entelektüellerin İslami dünya-görüşü temelinde bilgiyi yeniden inşa çabası. . .

Fakat bilgi sorununu merkeze alan bu çabalar arasında da Vakf’ın tecrübesi kendine mahsus bir yer tutuyor. Zira Vakıf mesela bir bilginin İslamileştirilmesi gibi programatik bir karakter arz etmedi. Bilginin İslamileştirilmesi şöyle şöyle olur demedi. Ne yaptı Vakıf? Bilginin ve ilmi geleneğin inşası için bir müşterek hisler dünyası oluşturdu, bir tavra işaret etti, belirli önceliklerin altını çizdi, bir entelektüel vasat/iklim oluşturmak istedi, odağı nereye koymalı onu göstermek istedi ve bunun ahlâki içerimlerini de sezdirerek yaptı. Ama bir tezin altına dipnotlar düşmek, tek bir teorinin berkitilmesi, bir programın tekrar-be tekrar işlenmesine gitmedi ve bu Vakfın söylemine ve gayretlerine ciddi bir esneklik sağladı. Bu müşterekler içinde ilmi arayış bakımından ciddi bir hareket alanı oluştu. Öyleyse Vakfın en genel anlamda bir mefkuresi oldu ama tek bir teori ya da yaklaşım biçiminin kendi kendine referansıyla ortaya çıkabilecek kapalı bir ideoloji ya da sürekli kendine referansla içine kapanan, kapalı bir referans sistemine dönüşme tehlikesinden de kendini koruyabildi; ki bu, bugün bile önümüzde duran ve yeni kılıklar altında önümüze çıkan bir sorun karşısında bir duruşa işaret etti: Billgi ile kimliğin ilişkisi sorunu. (Bilgiyi kimliksizleştirme tehlikesiyle, bilgiyi tamamen kimlikle özdeşleştirme tehlikesi. . . Kimliksiz bilgi–bilgisiz kimlik: bilgi-kimlik ilişkisinde iki uç. . . )

Diğer taraftan Vakıf kendi kurumsallaşmasını kendi eliyle ve sürekli tartışarak sağladı. Yani programatik olmadı ama kurumsallaştı ve en iyi kurumsal araçları aradı. . . Bir mefkuresi oldu ama bununla kalmadı; bir kurumsallaşmanın tohumlarını attı ve bunlar bir kaç filiz verdi. Mefkure olup da kurum olmasaydı, bir grup entelektüelin eserlerinden ibaret kalırdı. Onlar belki kültür dünyamız ve tarihimizdeki yerlerini alırlardı ama insan yetiştiren bir ocak oluşmazdı. Kurum olup da bir mefkureye dayanmasaydı, istikamet tayininde bütünüyle pusulasız kalır ya da çok noktasal bir işlev ile sınırlı kalabilirdi. Burada, yani Vakıf’ta, mefkure ile kurumun, form ile öz diyelim isterseniz, sürekli birbirini kollayıp sınadığı bir çizgi ortaya çıkıyor. Mefkurenin kendine uygun formu arayışı ve formun (mesela bugün üniversitenin) mefkurenin imkânlarını sürekli sınaması ile karşı karşıyayız. . .

Şimdi önümüzde duran vazife, artık değişen kuşak yapıları ile karşılaştığımız, muhalif olmanın kredisini tükettiğimiz ve klasik merkez-çevre kavgası yerine artık camia içi, tabiri caizse, blok-içi gerilimlerin sökün ettiği bir dönemde, bu çizgiyi derinleştirerek sürdürmek olmalıdır.

Kuşkusuz her etkinlik zamanın belirli bir tartımı ile kayıtlıdır. Her insani etkinlik kendine mahsus bir ritmi arar, zamanın tik taklarına karşı kendine mahsus bir duyarlılık geliştirir. Emek, gündelikçidir mesela, bugünü kurtarmak zorundadır, siyaset (hususen demokratik siyaset) kısa vadeleri gözetmeksizin yapamaz, bilim ve sanat gibi etkinlikler ise daha uzun vadelere bakar. Vaktin çocuğu olmanın değişik biçimleri vardır öyleyse. Kimi uzun vadelere nezaret eder, kimi kısa vadeler için kurtarıcıdır; kimi uzun vadeleri himaye eder, kimi kısa vadeler için sığınak oluşturur.

Ben burada esasen bilginin inşasını merkeze alan uzun dönemli bir çabadan söz ettim. Fakat not etmeli ki, bilgiyi inşa çabasının ancak ekonomi-politik bir ihya ile tam bir dönüşüm sağlayabileceği; ahlâki olarak bilginin sosyal-siyasi içerimlerinin farkında olmak gerektiği; diğer bir ifadeyle âlimin, ancak amir ve tacir gibi açılımlarıyla birlikte bir bütün oluşturacağı, başından beri vakf’ın çalışmalarında temel önermelerden biri olageldi. Ve haliyle vakf’ın serencamı ve bütün bu zikrettiklerim, türlü siyasi ya da ekonomi-politik süreçler içerisinde şekillendi. İşin bu anlamda daha geniş siyasi, belki küresel boyutuna girecek değilim. Hocam [Ahmet Davutoğlu] zannediyorum o babda belirli tespit ve değerlendirmelerde bulunacaktır. Yalnızca bir notla toparlamak istiyorum.

Bugünlerde, biraz da son dönemlerde yaşadığımız hadiselerin sevkiyle, geçen asrın, aslında 19. asrın bazı yazarlarını okurken, Namık Kemal’in bir hükmü gözüme ilişti. “Meşhur ‘Efkâr-ı Umumiye” isimli makalesinde şöyle diyordu Kemal: “Bir vücud-ı siyasi helâk-ı mutlak korkusundan daima berîdir. ” Yani bir siyasi bünye (bir body-politic) için mutlak ölüm yoktur. Burada dile gelen itimat, özgüven ya da belki umut çok çarpıcıydı. Aslında aynı umudu devrin başka ricalinde de görmek mümkündü. Mesela Ahmet Cevdet Paşa muhtelif metinlerinde eğer gerekli ıslahatlar yapılırsa çok değil 5-10 sene zarfında düvel-i muazzama arasına girmenin işten bile olmadığını söylüyordu. Bu emniyet hissi, bu özgüven ya da umudun hayli manidar olduğunu düşünüyorum, hele de daha sonra olup bitenleri, parça parça gelen çözülüşleri ve imparatorluğun nihai inkırazını düşündüğümüzde. Hem siyaset, hem düşünce ve inanç hayatımız itibariyle ciddi inhiraflar yaşadığımız şu günlerde, zannediyorum hem Namık Kemal’in ifade ettiği o nihai emniyet hissini, belki o itminanı hatırlamalı, ama hem de aynı emniyet hissinin bugünün zaviyesinden bakılınca ne kadar temkine şayan olduğunu. Evvelce de söylediğimiz üzere umudun bile bir ilkesi olmak gerekir. 

Madem Namık Kemal’i andık, yine ondan bir telkin ile bitirelim. Aynı makalede bir helâk-i mutlak olmasa da terbiye-i siyasiye noksanının bir devrin bütün ricalini bedbaht edebileceğini söylüyor ve çare namına şöyle diyordu: Bu bedbahtlıktan halâs olmanın yolu, bir merkez-i edeb ve itidale tutunmaktır.

Öyleyse böyle bir merkez-i edeb ve itidalden nasiplenmeyi dileyelim. Dileyelim bizleri hazırlayan kuşakların yüklendikleri mesuliyetlere omuz verirken, payımıza düşeni hakkıyla taşımayı Hüda bize nasib etsin. Bu vesileyle ilhamlarıyla bu çığırı açan, himmetleriyle bu yolu döşeyen, ferasetleriyle istikametini koruyan büyüklerimize şükranlarımızı ifade etmek istiyorum. Hususen vakfın kurucularına, mütevellisine ve danışma kurulu üyelerimize minnettar olduğumuzu ifade etmek istiyorum. Dâr-ı bekaya göçenlerimizi rahmetle anıyorum. Hazirûna saygılar sunuyorum. Allah’a emanet olun.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.