MOLA

Mezarlık

Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna, 
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna! 
Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna ! 
Kim ki dalmıştır hayâtın seyl-i cûşa-cûşuna, 
Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna !

Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratın! 
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin;

Senden istimdâd eder feryâdı ye’sin, haybetin. 
Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin 
Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!

Şanlı bir târîhsin: Mâzî-yi millet sendedir. 
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir; 
Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir, 
Çünkü hürriyet, hamâset sende, gayret sendedir, 
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!

Ey ademle varlığın serhaddi, iklîm-i salâh ! 
Başlarında sermedî bir sâye, bir müşfîk cenâh 
Olmasan, bîvâyeler nerden bulurlar inşirâh ? 
Zıll-i memdûdunda var âsûde bir reng-i felâh. 
Leyl-i dûrâ-dûruna olsun fedâ yüz bin sabâh!

Cevherin toprak değil, pek başka bir ma’den senin. 
Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin, 
Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin. 
Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma’rifet, mâyen senin: 
Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin!

Ey mezâristan, nihan karında yüz binlerce mâh, 
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh ! 
Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh ... 
Serviler Mevlâ’ya yükselmiş birer berceste âh, 
Hufreler Mevlâ’dan inmiş en emin bir hâb-gâh .

Ey şebistân, ey adem, ey perde perde kibriyâ, 
Sendedir ümmîdler: Senden doğar fecr-i bekâ  
Her hacer-pâren okur bin şi’r-i lâhûtî edâ; 
Her neşîden ruhu eyler sermediyyet-âşinâ. 
Ey semâvî hâk, benden bin selâm olsun sana.

* * *

Sıkınca rûhumu ba’zen metâlibiyle hayât, 
Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât . 
Muhît-i velveledârında zindegânînin, 
Ferağ-ı dâimî yoktur hayât-ı sânînin . 
Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde, 
Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde, 
Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini 
Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini, 
Velev bir an için olsun atıp hayâlimden, 
Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben. 
Şu mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde 
Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde. 
Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister... 
Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister!

Geçen sabah idi Eyyûb’a doğru çıkmıştım. 
Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım, 
Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan; 
Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan. 
Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi, 
Ki her hazire-i sengîni mevc-i müncem idi ! 
Kenarda durmayarak girdim en derin yerine, 
Oturdum arkamı verdim de taşların birine, 
Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn , 
Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn. 
Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz, 
Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz. 
Yavaş yavaş açılıp perde-i likâ-yı muhît ; 
Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhît.

Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor, 
Ki “Ellezî halâka’l-mevte ve’l-hayâte...” diyor? 
Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd? 
Neşîde Hâlik’ın, ammâ kim eyliyor inşâd ? 
Zaman zaman ederek yükselen terâne hurûş, 
Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş! 
O serviler müteheyyic cemâ’at-i kübrâ 
Kesildi... Her birisinden duyuldu aynı sadâ. 
Mekâbir inledi, taşlar birer lisân oldu; 
Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu. 
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı , 
Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı, 
Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr 
Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-i nüşûr ! 
Kefen be-dûş-i bekâ bî-nihâye ecsâdın , 
O, dehri hiçe sayan, kârbân-ı ecdâdın 
Akın akın geçerek pîşgâh-ı izzette, 
-Muhît-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette- 
Kıyâm-ı aczini seyreyledim... Ne dehşetmiş 
Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette!

Bu herc ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan 
Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu iyan : 
Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna 
Çöküp ziyâret eden, bir çocukla bir kadına 
İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyiden iyi 
Tezâhür eyledi: baktım, çocuk “Tebâreke”yi 
Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede; 
Yanında annesi gözyaşlarıyla dinlemede. 
Zemine ra’şe verirken neşâid-i melekût, 
Ne manzaraydı, İlâhî, o makber-i mebhût ? 
Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha. 
Tezâd-ı kudreti gör: Bak şu levh-i zîrûha !

* * *

Biraz geçince o sesler bütün hâmûş oldu 
Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu. 
Çocuk kadınla berâber çekildi âlemine, 
Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine.

Mehmet Akif Ersoy

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.