Türk Modernitesinde Belirleyici Parametreler

Hasan Bülent Kahraman

MAMTürk Düşüncesi
 
11 Mayıs 2005
Değerlendirme: Ahmet Okumuş
 
Osmanlı-Türk modernleşme tecrübesi, her daim zengin nüanslarıyla yerli ve yabancı ilim adamları için cazibedar bir çalışma sahası oldu. Hangi bilgi disiplini açısından yaklaşırsanız yaklaşın, “bu ülke”nin moderniteyle hesabı, hâlâ bakir ve sürprizlere, yeni fetih ve keşiflere açık bir saha. Bugüne değin mesele daha çok tarihî-sosyolojik araştırma usulleri çerçevesinde ele alındı. Konuyu felsefî-normatif bir muhasebe olarak gören, yani Osmanlı-Türk modernleşmesinin felsefî bir muhasebesini yapan çalışmalar nispeten az. Belki de bu türden çalışmaların kâmil manada ortaya çıkabilmesi için tarihî-sosyolojik çalışmaların belirli bir yekûna ulaşması gerekiyor. Hasan Bülent Kahraman’ın, Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Türk Düşüncesi Tartışmaları dizisinin konuğu olarak, “Türk Modernitesinde Belirleyici Parametreler” başlığı altında yaptığı sunuş, Türk modernleşmesini felsefî-kuramsal bir okuma denemesi olarak değerlendirilebilir. Zira Kahraman’a göre Türk siyasetinin incelenmesine yönelik çalışmalar, “henüz bir kuramsal bağlam oluşturabilmiş değil”. Bu tesbit, aslında kendi çabasının aldığı istikametin zımnî beyanı olarak okunabilir.    
 
Kahraman, modernin Türkiye’de iki belirleyici parametre ile belirginleştiğini söylüyor. Bunlardan ilki “devlet-toplum çatışması”, ikincisi ise “kimlik inşa süreci”. Türkiye’de modernleşme ile gelen temel gerilimler, bu iki problem ekseninde tartışılabilir. Kahraman’ın bu değerlendirmeyi izah babında söyledikleri şöyle özetlenebilir: Devlet, modernleşme açısından bakarsak aslında rasyonalitenin alanıdır. Osmanlı örneğinde bile bürokrasinin dönüşmesi, “klasik ulemanın, yerini münevverâna bırakması” bize bunu gösterir. Osmanlı modernleşmesi aslında bir bilme biçiminin, ya da bir bilgi stokunun transferiyle ilgiliydi. Sorulan soru temelde fizyokratik bir soruydu: Devlet nasıl kurtarılır? Bu soruya aşkınsalcı bir cevap verildi: Batı’ya benzeyerek. Bu, Namık Kemal’de görüldüğü gibi, kimine göre bir metot meselesiydi, kimine (esasen Kemalizme) göre ise bir öz meselesiydi. Neticede, Osmanlı-Türk modernleşmesi bir bilgi ve dolayısıyla bir teknoloji transferidir. Bunun devlet düzeyinde cereyan etmesi, yani devletin kendi bünyesinde bir değişimle gerçekleşmesi normaldir. Zira toplumun zaten böyle bir talebi olamaz. Modernleşme, tarih-dışı ya da tarih-ötesi bir olgu olarak benimsendi ve bir simülasyon kararının verilmesi ile başladı. Yapılmak istenen, belli bir rasyonalitenin ithali idi ve bunun öznesi de devletti. Buna mukabil toplumun pozisyonunun işaret ettiği nokta ise geleneksel olandır. Dolayısıyla devlet-toplum çatışması, bir rasyonalite-gelenek çatışması olarak görülebilir. Bu daimî dissensustan kurtulabilmek için Batı’nın müracaat ettiği yol, klasik olanın öne çıkartılması olmuştur. Klasik olan, modern olanla uyum sağlayabilecektir diye düşünülür. Buna karşın geleneksel olanın hem rasyonalite, hem de modern olanla uyuşmayacağı farzedilir. Meseleye bu açıdan baktığımızda, Türk modernleşmesinin can alıcı problemine varmış oluruz: “Klasiğin ortaya çıkartılamaması”. Ya aşırı bir rasyonalite, ya aşırı bir geleneksellik, iki büyük talebimiz olmuştur. Böylece, ortak bilinçaltı olarak düşünebileceğimiz klasik kıyasıya ıskalanır. Türkiye’de kimlik inşa süreci ile ilgili problemler de tüm bunlarla irtibatlıdır. Modern kimlik, temelde kimliğin bir kendiliğindenlik olmaktan çıkmasına; insanın, daha tabiî, daha otantik ve evrensel bir varlık olmaktan çıkıp, kurgulanmış ve daha atomistik-tikel bir varlık olmasına tekabül eder. Buna, ilgili literatürde özne denmektedir. Türkiye’deki temel problem, Türk modernleşmesinin yeni bir kimlik yaratırken, bunu bir öznesizliğe dönüştürmesi olmuştur; çünkü moderni, kendi içine kapalı, erişilmez, daha somut bir noktaya taşınamaz bir aşkınsallık olarak tarif etmiştir. Burada görülen çatışma, yani özne-öznesizlik çatışması, aslında modernitenin iki büyük filozofunun karşılaşmasında, Hegel-Nietzsche karşıtlığında içkindir. Türk modernitesi de bu karşıtlık içinde değerlendirilebilir. Bu bizi Cumhuriyet’in temel paradoksuna götürür: Bir yandan aydınlanmış, Kant’ın tarifiyle, kendi aklına istinad eden bireyi isterken, diğer yandan devlet rasyonalitesinin bununla bir türlü uyuşamaması. Kahraman’a göre Türkiye’de bir yüksek kültür ve klasik yaratılmasını engelleyen en önemli neden de budur. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan miras aldığı, kendi elitlerini tahrip etme alışkanlığı da bunu pekiştirmiştir. Yeni çıkan her elit, kendinden önceki elitler zümresinin varlık sebebini yok sayarak işe başlamıştır.
 
Türkiye’de, modernleşmeyle gelen ve kimlik inşa süreciyle irtibatlı temel problemlerden biri de, zaman-mekân tasavvurundaki kırılmalardır. Bütün modernite öncesi, kendiliğinden ve otantik tasavvurlar, zaman bilinci açısından sonsuzluk/ebediyet kavramına dayanır. 16. yüzyıldan itibaren Batı’da yaşanan, sonsuzluk kavramının giderek sekülerleşmesidir. Zaman kavrayışındaki bu dönüşüm, karşımıza ikinci bir karşıtlığı çıkarır: Kant versus Bergson. Kant’ın a priorici zaman-mekân fikrine karşın Bergson, zaman-mekân probleminin bir bellek problemi olarak, bir gelenek ve hafıza problemi olarak vaz’ edilmesine imkân verir. Türk Bergsoncuları da buna istinad ederek kimlik inşa sürecindeki açmazları aşmayı dener. 
 
Hasan Bülent Kahraman’ın Türk modernleşmesine dair en ilginç fikirlerinden biri, tüm modernleşme kritiklerine rağmen Türkiye’de modernliği talep etmeyen ve modern olmayı istemeyen kimsenin olmadığı. Ona göre asıl mesele Türkiye’nin muhafazakârlarının olmayışı. Burke’ün muhafazakârlık üzerine yazdıkları ile Türkiye’de modernleşme süreçlerine ilişkin yazılan eleştirel metinlere bakıldığında bu ortaya çıkacaktır. Batı, her zaman bir agonizma, yani bir güreşme unsuru oldu; bir antagonizma değil. Namık Kemal gibilerin bile dediği, son tahlilde, “Batı’da ne varsa bizde de zaten var” şeklindedir.   Eğer Türkiye’de muhafazakârlar olsaydı, modernliğin pozisyonu çok farklı olurdu. Türkiye’de bir modernleşme reddiyesi yazan olmamıştır. Sözümona muhafazakârların bile çabası kendilerinin ne kadar modern olduklarını göstermektir. Bu nedenle, 1950 sonrasında, modernleşmeyi bir paket olarak sunmayan hiçbir siyasal hareketin toplumsallaşması mümkün olmamıştır. Zira Türkiye’de hâlâ en büyük ihtiras, modernleşme ihtirasıdır. Sağdan sola herkes modernleşmeyi talep ediyor, çünkü modernitenin pratik düzeyde ifade ettiklerine, mesela kalkınmaya, büyük bir iştah duyuyoruz.  
 
Peki, “Türk Modernitesinde Belirleyici Parametreler”modernite yorumlarında hangi yaklaşımı benimsiyor? Bu konuda, Adorno ve onun çağdaş şarihlerinden Wellmer çizgisini izleyen Kahraman, düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Modernin problemlerini çözecek olan, yine modern bir bilinçtir. Bunun dışında kalan bir zihinsel pozisyonun bunu yapabileceğini tasavvur etmiyorum.”

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.