YUVARLAK MASA TOPLANTILARI

İbn Sînâ'dan Elmalılı'ya İhlas Sûresi Felsefî Tefsir Geleneği

Ahmet Faruk Güney

4 Ağustos 2009 Salı 18:00 Salon: ŞAKİR KOCABAŞ SALONU

Tezgâhtakiler toplantı serisinin "İslam Düşüncesi" kısmında bu ay Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tefsir Bilim Dalı'nda doktorasını tamamlayan Ahmet Faruk Güney konuk olacak. Güney'le "İbn Sînâ'dan Elmalılı'ya İhlas Sûresi Felsefî Tefsir Geleneği" üzerine konuşacağız.

 

*****

 

 

TEZİN SONUÇ KISMI

Tefsir tarihinde, tedvin döneminden itibaren ortaya çıkan farklı yorum tarzları arasında Kur’an’ın felsefî bakış açısıyla yapılan tefsiri de vardı. İlk İslam filozofu Kindî (ö.256/870) ile başlayan bu süreç ortaçağın ve İslam felsefe tarihinin en önemli meşşâî filozofu olan İbn Sina (ö.428/1037) ile önemli bir ivme kazanmıştır. Özellikle İbn Sina’nın İhlâs sûresi üzerine yazmış olduğu tefsir, kendisinden sonra bir gelenek oluşturmuş, hem de İhlâs sûresinin felsefî açıdan yoruma tabi tutulan bir sûre olmasına sebep olmuştur. Ayrıca İbn Sina’nın bu tefsiri elde bulunan eserler arasında İhlâs sûresinin müstakil olarak yorumlandığı ilk tefsirdir.

İhlâs sûresini felsefî anlamda tefsir eden müfessirler ve onların ortaya koymuş oldukları metinler tefsir tarihi açısından üzerinde çalışılmamış bir konu idi. Bu sebeple yapmış olduğumuz çalışmanın amacı, bu alandaki kapalılığı bir nebze de olsa ortadan kaldırmak ve bu konuda bir resim ortaya koymaktır.

Buna göre amacımız doğrultusunda yapmış olduğumuz araştırmalar neticesinde İhlâs sûresini felsefî bakış açısıyla yorumlamış on yedi (İbn Sina dahil) müfessir ve eser tespit ettik. Bu tefsirlerden beş tanesi İbn Sina’nın tefsiri üzerine yazılmış hâşiyelerden oluşmaktadır. Bu haşiyeler Celaleddin Devvanî (ö.908/1502), Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö.1165/1741), Mehmed el-Hâdimî (ö.1176/1762), Muhammed b. Abdurrahman el-Mennan (ö.20.yy?) ile Ahmet Hamdi Akseki (ö.1370/1951)’ye aittir. Altı tefsir ise müstakil sûre tefsiri olarak kaleme alınmıştır. Bu tefsirlerden biri İbn Sina’ya diğerleri ise Fahreddin er-Râzî (ö.606/1209), Taşköprüzâde Ahmed Efendi (ö.968/1561), Kemal b. Muhammed el-Lârî (914/1508’lerde sağ), Mehmed Emin Şirvânî (ö.1036/1627) ve Musa Kazım Efendi (ö.1338/1920)’ye aittir. Altı tanesi ise tam tefsirler içinde yer alan sûre tefsirleridir. Bu tefsirler ise Hâzin el-Bağdadî (ö.741/1341), Burhaneddin el-Bikâî (ö.885/1480), Nimetullah Nahcivânî (ö.920/1514), Şeyhzâde Muhyiddin el-Kocavî (ö.951/1544), Şihabuddin el-Âlûsî (ö.1270/1854) ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö.1361/1942) ye ait tefsirlerdir.

Bu metinlerin haşiye olanlarından iki, müstakil olanlarından da üç tanesi olmak üzere toplam beş tanesi yazma halindedir. Yapılan şerhlerden birinin Ahmet Hamdi Akseki’ye ait olanı eksik olarak Selamet dergisinde yayınlanmıştır.

Çalışmamızın metinler kısmında yer alan hem hâşiye hem de müstakil haldeki yazma tefsirleri tarafımızdan ilk defa gün yüzüne çıkarıldığı gibi Ahmet Hamdi Akseki’nin eseri de bir arada düzenlenmiş bir şekilde ilk defa neşredilmektedir.

Yaptığımız çalışmada ortaya çıkan sonuçlardan biri de İhlâs sûresini felsefî anlamda yorumlayan müfessirlerin büyük bir bölümünün Osmanlı ilim kültür hayatı içerisinde yer almış kişiler olduğudur. Hâşiye sahibi olanlardan dördü, müstakil eser verenlerin üçü ile tam tefsirler içinde İhlâs sûresini yorumlayan müfessirlerden dördü bu siyasi ve kültürel coğrafya içinde yer almışlardır. Bu açıdan İbn Sina ile başlayan İhlâs sûresinin felsefî tefsirinin büyük ölçüde Osmanlı ilim hayatı içinde makes bulduğu söylenebilir. Bunu gösteren delillerden biri de yazma halinde olan metinlerin tümünün İstanbul kütüphanelerinde yer almasıdır.

Burada ayrıca belirtmek gerekir ki İbn Sina ile başlayan İhlâs sûresinin felsefî anlamda yorumu Ahmet Hamdi Akseki’nin eksik kalmış hâşiyesiyle son bulmuş gözükmektedir. Bu sebeple son altmış yıldır Türkiye’de ve İslam dünyasının diğer ülkelerinde kaleme alınan tefsir eserlerinde İhlâs sûresi felsefî açıdan ve felsefî terminolojiyle yoruma tabi tutulmamıştır. Bunun sebepleri arasında son dönemde ortaya çıkan tefsir akımlarının halka hitap etmeyi tercih etmesi ve bunun neticesinde de halkın anlayabileceği bir dil kullanması gösterilebilir.

Ortaya çıkan sonuçlardan biri de İhlâs sûresinin felsefî yorumunu oluşturan tefsir eserlerinin, kullanılan kavramlar ve tartışılan konular açısından muhataplarının belli bir birikime sahip olmasını zorunlu kıldığıdır. (Veya muhatabının bu donanıma sahip olduğunu var saymaktadır.) Çünkü yapılan yorumların doğru anlaşılması bu terminolojinin ve konuların bilinmesine bağlıdır.

İhlâs sûresi, Hz. Peygamber’den gelen sahih rivayetlerle Kur’an’ın üçte birine denk olduğu ifade edilen bir sûredir. Âlimlerimiz bu denkliğin keyfiyeti hususunda pek çok şey söylemişlerdir. Ancak İhlâs sûresini felsefî anlamda yorumlayan müfessirlerimiz bu denkliğin İhlâs sûresinin Cenab-ı Hakk’ın zâtından ve o zâta ait hususiyetlerden bahseden yegâne sûre oluşuna bağlamışlardır. Bu sebeple İhlâs sûrenin felsefî tefsirinde en çok Cenab-ı Hakk’ın zâtı ve o zâta ait hususiyetlerle ilgili yorumlar yapılmıştır. Bunlar genel olarak Cenab-ı Hakk’ın zâtı, (hüviyet-i ilahiye) bilinip bilinemeyeceği, tanımının yapılıp yapılamayacağı, Vacip-mümkin ayrımı, İspat-ı vacip, Uluhiyetin anlamı, vahdet (birlik), zât-ı ulûhiyetin âlemle olan ilişkisinin niteliği gibi konulardır.

Yaptığımız incelemelerde vardığımız sonuçlardan biri de her müfessirin yukarıdaki konuları işlerken kendi anlayışını yaptığı yorumlara ve kullandığı terminolojiye yansıttığıdır. Bu sebeple İhlâs sûresini kendi varlık anlayışlarını dayandırmak için bir zemin olarak gördükleri söylenebilir.

Mesela İbn Sina Zât-ı mutlak’ın hüviyetini vacip-mümkin ayrımına dayandırarak açıklamaya çalışırken aynı durum Fahreddin Râzî’nin yorumuna kadim-hâdis şeklinde yansımaktadır. Bunun sebebi birinin meşşâi filozof diğerinin kelamcı olmasıyla alakalıdır.

Müfessirler arasında bakış açısından kaynaklanan bu ayrım en güzel şekilde Zât-ı mutlak’ın âlemle olan ilişkisine dair yorumlarda kendini göstermektedir. İbn Sina ve onu takip edenler nezdinde var oluş, zâttan kaynaklanan bir zorunlulukla olur. Fahreddin Râzi ve onun gibi düşünenlere göre ise bunun aksi olup Allah âlemi kendi zâtından kaynaklanan bir icab ile değil irade ve ihtiyarıyla yarattığıdır. Bir üçüncü gurup ise bu iki anlayışın dışında Allah’ın âlemi ilminden aynına yarattığı görüşünü savunmuşlar ve İhlâs sûresinde yer alan “hüve, Allah, ehad” gibi lafızları vücudun mertebeleri şeklinde yorumlamışlardır. Böylece İhlâs sûresi üç farklı varlık anlayışından (Hukema-mütekellimûn-Vahdet-i vücud) hareketle yorumlanmış olmakta, bu üç anlayışın kendisine alan bulduğu bir zemin olarak karşımıza çıkmaktadır.

Son olarak çalışmamız esnasında edindiğimiz bir kanaati de kaydetmek yerinde olacaktır. Özellikle 13. yüzyıldan sonra kaleme alınan sûre tefsirlerinin büyük çoğunluğunun yazma halinde bulunmaktadır. Medeniyetin yerleşikliğiyle de alakalı olarak bir problemi tartışmak veya tefsire dair bir eser vermek isteyen âlimler, bunu bütün Kur’an tefsiri üzerinden değil bir sûre veya bir âyetin yorumu üzerinden yapmaktadırlar. Dolayısıyla yazma sûre tefsirleri, üzerinde çalışılmayı bekleyen büyük saha olarak önümüzde durmaktadır. Ayrıca ilave etmek gerekir ki yazma halinde -felsefî çizgide olmayan- çok sayıda İhlâs sûresi tefsiri de vardır ve aynı şekilde çalışılmayı beklemektedir.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.