Aydınlar, Romanlar ve Hakikat

Mustafa Özel

11 Ekim 2014
Değerlendirme:
Özlem Bildik

Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Entelektüeller Toplantı Dizisi’nin dokuzuncu ve son oturumunun konuğu, Bilim ve Sanat Vakfı Başkanı ve İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Mustafa Özel’di. Özel, “Aydınlar, Romanlar ve Hakikat” başlıklı konuşmasında romanlar üzerinden aydınların hakikatle ilişkilerini irdeledi.

Özel, konuşmasına insanın hakikatle ilişkisinin ancak diyalogla mümkün olabileceği noktasından hareketle başladı. Özel’e göre aydın, münevver veya entelektüel, tanrıyla ve ruhlarla diyaloğu açısından “karanlıkta gören” anlamına gelen Şaman’a benzetilebilir. İnsanlığın karanlıktaki yolculuğunda, bakışları karanlığı delecek kişilere her zaman ihtiyaç duyulduğuna vurgu yapan Özel herkesin kafa yormadığı konular üzerinde düşünen butürden kimselerin değişik isimler altında farklı toplumlarda ve çağlarda her zaman mevcut olduğunu belirtti. Bu nedenle, entelektüelin kim olduğunu anlamak için öncelikle şamanın, brahmanın, mandarenin, peygamberin, filozofun ve münevverin kim olduğunu konuşmak gerektiğini söyledi. Özel’e göre, romancılar bu zincirin son halkasını oluşturur.

Bir diyalog içinde olmadan hakikati (ferdin hakikati, toplumun hakikati veya mutlak hakikat) hissetmenin mümkün olmayacağını söyleyen Özel, fizikokimyacı Ilya Prigogine’in “laboratuvarda maddenin iç dünyasındaki o gizemli serüvenle hakiki bir diyalog kurulmadan maddenin anlaşılamayacağı” sözüne atıfla, fen bilimlerinde dahi hakikatlerin ancak diyalogla bilinebileceğini belirtti. Birey ve toplumla ilgili olan-biteni anlamaya odaklanan felsefede de durum bundan farklı olmamasına rağmen, son 400-500 yıldır felsefe Sokratik diyalogdan kopmuş bir haldedir. Oysa, Eflatun gibi filozofların eserleri her zaman birçok farklı görüşü, kavrayışı ve argümanı yansıtan diyaloglar şeklinde kaleme alınmıştır.

Romanın çok sayıda sesin veya anlayışın yansıtıldığı bir ortak/çoklu kavrayış metni olduğunu ve insanın hakikatle irtibatını daha sahici kıldığını belirten Özel, bu anlamda romansal anlatımın karşısına, ancak monolojik/tek sesli veya tek akışlı “tez” türündeki felsefi toplumbilimsel eserlerin koyulabileceğini ifade etti. Fakat bu tür eserler gerçekliğin hissedilir şekilde yansıtılabilmesi noktasında oldukça yetersiz kalmaktadırlar.

Roman söz konusu olduğunda 1550-1950 yıllarını kapsayan yaklaşık 400 yıllık bir geçmişten bahsedilebileceğini ifade eden Özel,konuşmasını, bu dönem içinde kaleme alınmış önemli bazı romanlar üzerinden sürdüreceğini ifade etti. Özel, son 400 yıl yerine 4000 yıllık bir süreç dikkate alınacak olsaydı, “iktidar”, “hırs”, “medenileşme” gibi romanlarla ilişkili birçok kavramı bir arada bulundurduğu için roman addedilebilecek ilk eserin aslında Gılgamış Destanı olması gerektiğini belirtti. Gılgamış’ın başına tanrılar tarafından sarılan ve hayvanlar arasında büyümüş bir insan olan Enkidu’nun ehlileşmesi/medenileşmesi için kadın figürü kullanıldığına dikkat çeken Özel, kadının medenileştirmenin en temel aracı olduğu fikrinden hareketle Gılgamış ve Emile Zola’nın Kadınların Cenneti (The Ladies’ Paradise/Au Bonheur des Dames) eseri arasında bir paralellik kurulabileceğini ileri sürdü. Özel, ayrıca, zenginliğini kendi dışındakilerden korumak amacıyla yapılmış yüksek surlara sahip Urug şehrinde geçen Gılgamış Destanı’nı kendisinden yaklaşık 3000 yıl sonra yazılmış Oğuz Kağan Destanı ile karşılaştırarak, Gılgamış’ın modern romana olan yakınlığına vurgu yaptı.

Özel, son 400 yıllık roman tarihinin ilk örneği olarak kabul edilen Don Kişot’u ele aldı. Don Kişot’un kendinden sonra yazılmış romanların çoğuna (Balzac’ın kimi eserlerine, Joseph Conrad’ın, Zola’nın ve Mark Twain’in eserlerine, Robinson Crusoe’ya vd.) model oluşturduğunu belirtti. Özel’e göre, hayalperest bir figür olan, şövalye kitapları okuyan ve halsiz bir ata binip yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot, bir kahraman olarak son 400 yılın en ciddi, en hüzünlü kahramanıdır ve genel anlamda “çözüm”ün ne kadar zor olduğunu, kolaycılığın ise matah bir şey olmadığını hissettirmektedir.“Doğruyu söylemek için ancak meczup olmanın gerektiği (veya hakikatten söz edenin meczup olarak görüldüğü) yeni dünya düzeninde şövalye ideallerinin artık gülünç bir şey olduğunu anlatmaya çalışan Cervantes’in Don Kişot’u ilkelidir ve kitaba uygun (hikmetli) yaşamanın simgesidir” diyen Özel, “kitaba uygun eyleme” teması açısından Mark Twain romanlarını (Huckleberry Finn ve Tom Sawyer), “doğruyu dile getirmenin meczupça oluşu” açısından da Dostoyevski’nin Budala’sını Don Kişot’la karşılaştırdı.

XX. yüzyıla kadar genel olarak Batı romanının serüvenci tipteki kahramanları dünyaya açılırlar ve dar alanda paslaşanların veya bir odada bunalım geçirenlerin romanı başlar. Çünkü dünya fethedilmiş, paralar kazanılmış, rahat rahat bunalım geçirmeye zemin hazırlanmıştır. Bu zeminden hareketle Özel, ikinci olarak, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe romanını ele aldı ve bu romanın Batı toplumunda var olan temaların çoğunu içerdiğine vurgu yaptı. Robinson’un, kendisine daima serüvenciliğin tehlikeli olduğunu telkin eden babasının hakimiyetinden kurtulmaya çalıştığına işaret eden Özel, 400 yıllık romansal tarihin “bir toplumun baba egemenliğinden kurtuluşu veya babaya başkaldırı” şeklinde okunabileceğini belirtti. Bu açıdan, Andre Gide’in Kalpazanlar romanına da değinerek kitapta yer alan bütün baba figürlerinin olumsuz yönlerinin bulunduğuna işaret etti. Dolayısıyla, günümüz modern toplumunun, özellikle da Batı toplumunun babasız oluşunun ilk nüvelerine bu eserlerde rastlamak mümkündür. Ayrıca, işleri ilerletmesine rağmen Robinson Crusoe’nun bir türlü tatmin olmayışı gibi noktalara atıfla romanda kapitalizmin izlerinin de görüldüğünü vurgulayan Özel; Robinson’un adada tabiata karşı başlattığı mücadeleden, tanrıya ihtiyaç duymamasından, çok-uluslu emperyal bir yapı kurmasından ve ayrılırken bile tapusunu kimseye bırakmayacağını söylemesinden hareketle romanda sosyolojik açıdan çok önemli temalar bulunduğuna dikkat çekti.

Özel’in ele aldığı bir diğer önemli roman, Fransa’nın XIX. yüzyıldaki önemli yazarlarından olan Balzac’ın Muhteşem Godisar (The Illustrious Gaudissart) adlı eseriydi. Özel, Gaudissart’ın kendisinin icat ettiği bir finansal araç olan poliçeleri satması sırasında karşılaştığı meczuba dikkat çekti ve meczup karakterinin yeni dünya düzeninde karşılaşılan tuhaflıklarla mücadelesine vurgu yaptı.

Konuşmasına, XIX. yüzyılın Fransa’daki diğer önemli ismi olan ve toplumbilimsel-deneysel romanlar yazan Emile Zola’nın Les Rougon-Macquart serisiyle devam eden Özel, Rougonların Serveti’nde konu edilen sosyoekonomik düzenin değişimine değindikten sonra Zola’nın diğer önemli eseri olan Kadınların Cenneti’ni (Au Bonheur des Dames) ele aldı. Özel, tüketmeyi insanlara öğretmeden üretimin anlamsız olacağı, insanın tatmin edilebilir biyolojik ihtiyaçları yerine sınırsız psikolojik ihtiyaçların geçirilmesi, alışveriş merkezlerinin ve reklamların tüketim eğitimi üzerindeki rolü ve kadının bu eğitim sürecinin ana nesnesi olması gibi birçok temanın bu romanda bir arada işlendiğini belirtti.

“Modern duruşu bir yerden başlatacaksak eğer, Faust’tan başlatmalıyız” diyen Özel, Goethe’nin Faust’undaki insan-şeytan diyaloğuna, insanın şeytanla yaptığı mukaveleye ve Mephisto’nun bilgi bakımından emniyet ve haz bakımından da süreklilik vaadlerine dikkat çekti. Mukavele sürecinde Mephisto Faust’a istediklerini verecek ve Faust da bunun karşılığında ruhen Mephisto’nun kölesi olacaktır. Buna rağmen her şey ters gider ve Faust’un bu mukaveleden olumlu hiç bir kazanımı olmaz.

Özel, Batı’daki örneklerden sonra romanın Türkiye’deki tarihine geçiş yaparak bizde romanın kabaca 1850’lerde başladığını ve 1950’lere kadar uzandığını söyledi. Halit Ziya’nın en önemli ilk temsilcilerden sayılabileceğini ve Ahmet Mithat Efendi’nin (Müşahedat gibi eserleriyle) romana zemin hazırladığını belirten Özel, Hançerli Hanım Hikayesi, Akabi Hikayesi gibi eserlerin Türk romanı için önemli ilk örnekler arasında yer aldığını ifade etti. Ardından, Altın Aşıkları kitabı üzerinden, Fransız romanında adeta yüksek finansçı şeklinde resmedilen ve toplum tarafından imrenilen bir statüde gösterilen “tefeci” karakterine Ahmet Mithat Efendi’nin olumsuz nitelikler yükleyip hakir bir iş olarak göstermeye çalıştığını vurguladı.

“İntihar” fikri açısından da ilk Türk romanlarını değerlendiren Özel, buna örnek olarak Halit Ziya’nın Mai ve Siyah adlı eserini verdi. Romanın gidişatına bakıldığında, sonunda intihar edeceği beklenilen bir gencin eylemi gerçekleştirmeyi düşündüğü esnada annesinin kendisine seslenmesiyle birlikte bu fikrinden vazgeçtiğini hatırlatan Özel, intihar fikrini çok sık kullanan aynı dönemdeki Batı romancılarına kıyasla bizdeki romancıların kahramanlarını bu tür bir eyleme sürüklemediklerine dikkatleri çekti.

Ayrıca Özel; Yakup Kadri ve Kemal Tahir gibi isimlerin de Türk romanı için oldukça önemli bir yere sahip olduklarını belirtti. Örneğin, Kemal Tahir’in sosyolojik meseleleri Emile Zola gibi bir anlatımla sunduğunu ve Köy Enstitüleri’ni konu alan Bozkırdaki Çekirdek’ini Balzac’ın Köy Hekimi romanıyla karşılaştırdı. Özel, söz konusu iki roman karşılaştırmalı okunduğu vakit, bu toplumda Köy Enstitüleri gibi bir projenin başarılı olamamasının sebeplerinin daha iyi anlaşılabileceğini belirtti.

Konuşmasının sonlarında, bu ve benzeri okuma biçimlerini mümkün kılışına bakarak, Mihail Bahtin’in, romanın diyalojik anlatımının gerçekliği üst düzeyde yansıtabildiği düşüncesini yineleyen Özel, hayali bir kurgu olduğu gerekçesiyle romanın hiçbir zaman küçümsenmemesi gerektiğini belirtti. Felsefe ve onun devamı sayılabilecek bütün modern sosyal disiplinlerin birer kurgu olarak gördükleri romanı genellikle küçümsediklerini ileri süren Özel, gerçekliği üst düzeyde yansıtan diyalojik karakterdeki romanın anlatımıyla karşılaştırıldığında, bütün o disiplinlerin tek sesli felsefeler olduklarını ve anlatımda gerçekliğin yansıtılması açısından da romanlardan çok daha zayıf kaldıklarını söyledi. “Roman, dürüst ve açık bir kurgudur; diğerleri ise, kurgu olmalarına rağmen bunu gizlerler ve hakikatin sesi olduklarını iddia ederler” diyen Özel, modern hakikatin dilinin roman olduğunu belirtti ve roman kanalının 1950’lerden itibaren “yeni roman” veya “görsel roman” addedilebilecek sinema tarafından sürdürülmekte olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamladı.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.