12-14 Mayıs 2006
Değerlendirme: İsmail Yaylacı
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin bir yıla yaklaşan bir hazırlık döneminin ardından 12-14 Mayıs 2006 tarihleri arasında düzenlediği Medeniyetler ve Dünya Düzenleri adlı uluslararası sempozyum, medeniyet ve düzen kavramlarını tarihsel, felsefî, siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan tartışan tebliğlerini sunmak üzere 29 ülkeden 136 katılımcıyı üç gün boyunca bir araya getiren son dönemin en geniş çaplı akademik organizasyonlarından biri oldu. Alanlarında klasikleşmiş eserlerin sahibi bilim adamları, dünya siyasetinin evrildiği bu noktada, medeniyet ve düzen kavramının ilişkisi üzerine düşüncelerini katılımcı ve dinleyicilerle paylaştılar. Sempozyumun yarattığı fikrî canlılığı ve sempozyumda sunulan tebliğlerin nasıl bir fikri boşluğu doldurmaya matuf olduğunu, vicahi olarak bize iletilen değerlendirmeler dışında bence en iyi gösteren an, sempozyumun ikinci günü katılımcılarımızdan Hilal Elver Hanım’ın kendisini Vakfın giriş salonunda biraz telaşlı görüp yardımcı olmak istediğimde verdiği cevaptı: “Tebliğlerin ve oturumların her biri o kadar ilgimi çekti ki hepsine girmek isteyince hiçbirine giremeden kaldım. Şimdi hangi oturuma gireceğime karar vermeye çalışıyorum.”
Sempozyumun değerlendirmesi çeşitli yayın organlarında yapıldı. Fakat bu yazılanların dışında, katılımcılarla beraber geçen üç günde bahse konu edilmeye değer birçok tecrübeler yaşandı. Robert Gilpin, üç gün boyunca yoğun bir ilgiye ve birçok soruya muhatap olan katılımcılarımızdan biriydi. Eşiyle beraber, ilerleyen yaşına ve nükseden rahatsızlıklarına rağmen, dinleyicilerin sordukları soruların hiçbirini cevapsız bırakmadılar. Uluslararası ilişkilerde siyasal neo-realizmin öncülerinden kabul edilen Gilpin’e özellikle Irak Savaşı sonrasında ahlâkın ve hukukun uluslararası ilişkilerde etkin olması gerektiğini düşünmeye başlayıp başlamadığı sıkça sorulan sorulardandı. Gilpin bu sorulara, “Ahlâkın uluslararası siyasete alet edilmesi durumunda neler olabileceğini işte evangelist ahlâkın şampiyonlarının Irak’ta yaptıklarıyla görüyorsunuz” diyerek cevap verdi. Ona göre ahlâkın paranteze alınarak ulusal çıkarın merkeze oturtulması, uluslararası sistemi barış ve işbirliği içinde tutacak yegâne ahlâkî düstur. Bu fikirleri tartışmaları daha da derinleştirdi. Gilpin’in sıkça bahsettiği bir konu da, 11 Eylül sonrası Amerika’da akademik özgürlüklerin ne kadar daraltıldığı ve İsrail lobisinin bu konudaki etkinliğiydi. Gilpin’in yarım asrı aşkın bir süredir evli olduğu eşi Jean Gilpin de bu tartışmalara katılıyordu. Sempozyumun oturumlarının bittiği üçüncü günde katılımcılarla beraber Topkapı Sarayı’nı gezerken kendi geçmişine ilişkin çok ilginç anekdotlar aktardı. Mesela, bugün kendisini uluslararası ilişkiler disiplinin en etkili düşünürlerinden biri olarak tanıdığımız Gilpin, aslında uluslararası ilişkilere, kendisi Amerikan donanmasında subay iken yine üniversitede uluslararası ilişkiler okuyan fakat ardından lise öğretmenliğini tercih eden eşiyle tanışmasından sonra ilgi duymaya başlamış. Yazdığı eserlerinin en büyük eleştirmeninin ve destekçisinin eşi olduğunu söylediğinde eşi, “Aslında annem o kitapları benim yazdığımı söylüyor” demişti. Sarayı gezdikten sonra Sultanahmet Meydanı’nda nefeslenirken, şu an üzerinde çalıştığı konu olan Ortadoğu siyaseti ve bölgedeki Amerikan angajmanı üzerine etraflı tahliller yapmıştı. Bernard Lewis ve Fouad Ajami gibi isimlerin fikrî istikametlerini değerlendirdikten sonra Irak Savaşı’nın fikri altyapısını hazırlamaya çalışan Ajami için müstehzi bir edayla “O bizim Ortadoğulumuz” demesi birçok şeyi anlatmıştı.
Çatışma Çözümü alanının kurucu isimlerinden Johan Galtung sempozyum boyunca sıklıkla bizlere İstanbul izlenimlerini aktardı. Galata Köprüsü’nden geçerken yanındaki eşine selatin camilerini anlatacak kadar İstanbul aşinalığı olan Galtung, şehrin karmaşasının kendisine bir kaos hissi vermediğini, aksine bir sonraki caddede ne ile karşılaşacağını bilmemenin kendisini çok heyecanlandırdığını söyledi. Galtung’un sempozyum değerlendirmesi de yine İstanbul’a atıf yapıyordu: “İstanbul Avrupa’nın entelektüel başkenti hâline geliyor.”
Harvard Üniversitesi’nin Çin tarihi ve medeniyeti konusundaki önemli isimlerinden Tu Weiming de, sempozyuma gençlerin gösterdiği ilgiden oldukça etkilenmişti. Amerika’da gençlerin böyle akademik bir sempozyuma ilgisinin asla bu kadar olamayacağını ifade eden Tu Weiming bizlere bu canlılığın kaynağını sordu. Sempozyum boyunca neredeyse gün boyu aktif olarak oturumlara ve tartışmalara katılan Weiming’in, oturumların ardından verilen kahve aralarında da boş bir odaya geçerek sürekli notlar aldığını görünce, Uzak Doğuluların Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım” afirmasyonunu “Çalışıyorum o halde varım” şeklinde tevil ettikleri yönündeki özcü yoruma hak verecek oldum. The Grand Cevahir Hotel’de kahvaltılarımızı Fred Dallmayr’la beraber yaptık. Tükenmeyen bir bilme iradesi var Dallmayr’ın ve erdemli bir tevazuu.
Bir yakını vefat ettiği için sempozyuma bir gün gecikmeyle gelen ve bitiminden bir gün önce ayrılan Bobby Sayyid’in oturumunu da bu duruma göre ayarlamamız icap edince, kendisini dinlemeye gelen ve yaptığımız değişiklikten haberdar olamayan birçok dinleyici oldu. Türkiye’de özellikle Fundamentalizm Korkusu adlı kitabıyla tanınan Sayyid’le dinleyiciler sohbet edebilme imkânı buldular. Amerika’dan geldikten sonra hiç uyuma fırsatı bulamadan sempozyumun ilk gününde tebliğini sunan ve tebliği oldukça takdir toplayan Raymond Duvall da İstanbul’da evvelce bulunanlardandı. 1981 yılında bir yıl süreyle Boğaziçi Üniversitesi’nde ders veren Duvall’ın, şehrin bir önceki gelişinden bu derece farklı olmasına çok şaşırdığını söylerken, en son yirmi beş yıl önce geldiği İstanbul’da buluştuğu İstanbullu arkadaşlarına yol tarif ettiğini görmek de şaşırtıcıydı. Duvall’ın 1981 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde açtığı dersi öğrenci olarak alan ve sempozyumda da oturum başkanlığı yapan Lokman Gündüz’ün, 25 yıl sonra hocasıyla buluşması ve “Dersiniz zordu ama çok istifadeli oldu” demesi de güzel bir andı. Duvall’ın Süleymaniye Camii’nin heybetinden ve huzurundan çok etkilendiğini söyledikten sonra “Buraları bir turist gibi gezdiğimde sanki Müslümanların o samimi hissedişlerine saygısızlık ettiğimi düşünüp rahatsız oluyorum” demesi de yine unutamadığımız ayrı bir andı.
Mark Salter Kanada’yı tanıtan büyükçe bir kitabı, Yiwei Wang da orjinal bir kutu içinde Çin çayını hediye olarak getirmişti. Sempozyumun ilk günü sunumunu yapmadan kısa bir süre önce Yiwei Wang yanıma geldi ve sempozyum afişinin üzerindeki beş ayrı rengi işaret ederek her bir rengin hangi medeniyeti simgelediğini sordu. “Sarıyı tahmin edebiliyorum ama mesela kırmızı hangi medeniyeti temsil ediyor?” diye sordu. İlginçti.
Onlarca kişinin hummalı gayretleriyle düzenlenen ve üç gün boyunca dünyanın çok çeşitli ülkelerinden ve Türkiye’nin değişik vilayetlerinden bilim adamlarını ağırlayan bir organizasyonda tabii ki zihinlerde iz bırakacak birçok an yaşandı. Bunların hepsine değinmek elbette mümkün değil belki, fakat akademik içerikli olarak tertip edilmiş bir buluşmanın insanların aynı zamanı, zemini ve meseleyi paylaşmasına vesile olmasından ötürü farklı güzelliklere çanak tuttuğunu ifade kabilinden ilk elde akla gelen an(ı)lar aktarılabilir. Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumunun ne ifade ettiğinin ve ne getirdiğinin misallerinden biri olarak, sempozyuma Japonya’dan katılan John Welfield’ın 18 Eylül 2006 tarihli, kaligrafik bir el yazısıyla kaleme aldığı uzun mektubunun bir kısmını aktarmak yeterli olabilir:
.............
“Sayın İsmail Yaylacı,
Sizinle ve Akif Kayapınar'la Grand Cevahir Hotel'in lobisinde tanıştığımız ilk gün dün gibi aklımda. Umarım siz ve arkadaşlarınız afiyettesinizdir ve Bilim ve Sanat Vakfı mükemmel çalışmalarına devam ediyordur. Ağustos'un sonunda Japonya'ya dönüşümden bu yana dünyada olan hadiselerin seyrini endişeyle takip ediyorum. Papa 16.Benedict'in 14. asırda İmparator II.Manuel Paleologos ile Farisi bir âlim ile İslâm'ın öğretileri hakkında girdiği tartışmaya yaptığı atfın olumsuz etkileri, yılın ilk aylarında Danimarka'da yayınlanan saçma karikatürlerin yarattığı infialin hemen akabinde gelince, son derece rahatsız edici oldu. Papa ne söylemiş veya söylememiş olursa olsun, veya ne söylemek istemiş veya söylemek istememiş olursa olsun, içinde yaşadığımız zamanda, bilinçli olarak 'medeniyetler çatışması'nı tahrik etmek isteyen kişilerin, grupların ve kurumların olduğundan hiç şüphem yok, ve maalesef en azından bir yere kadar, amaçlarını gerçekleştirmekte muvaffak oldular. Arka planda olan bu hadiselere rağmına, Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumu son derece önemli bir entelektüel başarıydı. Buna benzer daha çok faaliyetler organize etmenizi ümit ediyorum. Akıntıya karşı yüzmek her zaman zordur fakat bu tip nafile çabalar içerisinde olanlara kıyasla daha fazla başarıyla sonuçlanır. En azından kendi fiziksel güçlerini, direşkenliklerini ve irade güçlerini artırır.
(...) Kendi metnimin yayınlanıp yayınlanmamasını düşünmeksizin, Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumunda sunulan tebliğlerin toplandığı kitabı burada vermekte olduğum Uluslararası İlişkiler Tarihi adlı dersin zorunlu okuması yapmak istiyorum. Okuma listeme koyabilmek için, kütüphaneye kitabı çıkar çıkmaz alması için sipariş vereceğim. Ayrıca, sempozyumda tebliğ sunan akademisyenlere hediye olarak verdiğiniz Halil İnalcık'ın "Turkey and Europe in History" adlı kitabından bazı bölümleri de bu yıldan itibaren dersimin mecburi okumaları arasına koydum. Bence olağanüstü ilginç ve değerli bir çalışma. (...)”