SEYRÜSEFER
Şiraz‘07
Şiraz’a otobüsle sabahın 5’inde varıyorum. Bjorn ve Morten ile buluşmak için sözleştiğimiz İstiklal Oteline gidiyorum. Fakat kapıları kapalı, zili arıyorum ama nafile... Otele yakın bir yerde bulunan Şiraz Kalesi’nin önüne gidiyorum. Şehir usulca canlanmaya başlıyor. Parkta bir buçuk saate yakın süre geçirdikten sonra otele döndüğümde, kapısının açık olduğunu görüp yukarı, resepsiyona çıkıyorum. Diğer gelecekleri de düşünüp üç kişilik oda tutuyorum. Otobüs seyahatinin verdiği yorgunluğu atmak için yıkandıktan sonra uykuya dalıyorum.
Uyku sonrası şehri dolaşmaya çıkıyorum. İlk başta yakında bulunan kaleyi geziyorum daha sonrasında da yakında bulunan kapalı çarşıyı. Kapalı çarşıda yabancılık çekmeden dolaşırken kendimi iç bedestende buluyorum tesadüfen. Meyve ağaçlarıyla süslenmiş iç avlusunda dizilmiş yarı kuyumcu yarı hediyelik eşya satan dükkanların camekanlarına bakınıyorum. Bedestene yakın bir yerde lokanta buluyorum.
Ertesi sabah Morten ve Bjorn otele geliyorlar eşyalarını bıraktıktan sonra Persepolis’e gitmek için araba kiralamaya gidiyoruz. Fiyat konusunda acenteyle anlaştıktan sonra arabayla yola çıkıyoruz. İran’ın kalbi Persepolis’e 45 dakikalık bir seyahat sonrasında varıyoruz. Taht-ı Cemşid’i (Persepolis’i) gezdikten sonra Nakş-ı Rüstem’e geçiyoruz. Şiraz’a döndüğümüzde de Hafız’ın kabrini ziyaret ediyoruz. Yanımda getirdiğim Bostanve Gülistan’dan birkaç mısra okuyorum. Daha sonra kabrin çevresindeki banklardan birine oturup havadan, sudan ve güzel şeylerden bahsediyoruz. Akşam yemeğini çöp şiş yapan salaş bir kebapçıda yiyoruz. Sonra karanlık sokaklardan geçerek otele geri dönerken ara sokaklardan gelen davul ve gazel sesine kulak kesilip sesin geldiği yere yöneliyoruz. Kapısında yazılandan “zurhane” olduğunu anlıyorum. İçeri girip oturmak için izin istiyoruz. İzini aldıktan sonra seyirci sıralarına oturup müzik eşliğinde idman yapan İranlı gençleri izliyoruz.
Yoldaşlarımla seyahatimizin geri kalan kısmı için konuşuyoruz. Morten ile Yezd’de buluşmak üzere Bender Abbasa doğru yola çıkıyorum. Yine bir otobüs yolculuğu…
Bender Abbas’07
Otobüsten dokuz saatlik yorgunlukla indikten sonra rehber kitaptaki hostellerden otogara en yakın olanına gitmek için taksicilerden biriyle konuşup taksiye geçiyorum. İlk gittiğimiz hostelde yer olmadığını öğreniyorum. Ve bir sonrakinde de. Bu arada taksicim Hacı Rahmani ile yarı Farsça yarı Türkçe, yarı İngilizce sohbet ediyoruz. Hostelleri bitip otellere gidiyoruz. Lüks sayılabilecek bir otele geliyoruz en nihayetinde. Otelde oda olduğunu öğreniyorum, geceliği 50 dolar; cebimdeki 200 doların dörtte biri. Eğer bu otele bunu ödersem geri kalan seyahatte zorluk çekeceğim düşüncesi aklımdan geçiyor. Daha sonra Hacı Rahmani’ye beni tren garına bırakmasını söylüyorum. Yezd’e bilet aldıktan sonra beni evine yemeğe davet ediyor. Eve varınca hanımı yağda yumurta kızartıyor. Yanında demlediği çayla beraber açlığımı dindiriyorum. Divana uzanıyorum yorgunluktan. Uyandığımda Hacı Rahmani beni televizyonun yanına çağırıyor. Dolapta karıştırdığı CD’lerden birini oynayıtıcıya koyuyor. Karşımda tanıdık bir ses çıkıyor!!! İbrahim Tatlıses’in televizyonda türkü söylediği programlardan biri. İbrahim Tatlıses söyledikçe Hacı Rahmani’nin gözleri doluyor. Beraber türküyü dinliyoruz.
Yezd’07
Bender Abbas’tan on iki saatlik tren yolculuğu sonunda Yezd’e varıyorum. Gece yarısını biraz geçmiş. Kuşetlide beraber seyahat ettiğimiz aile ile beraber taksi tutuyoruz. Morten ile buluşacağımız hostelin ismini veriyorum taksiciye. Hostele vardığımızda çalışanlar yer olmadığını söylüyorlar. Taksici bildiği bir hostel olduğunu oraya götürebileceğini söylüyor. Taksicinin dediği hostele varıyoruz. Bütün odalarının dolu olduğunu, sadece yurt tarzı odalarında yatakları olduğunu söylüyor görevli. Başka şansım olmadığı için kabul ediyorum. Odada benden başka kimse olmadığı için kendimi şanslı hissediyorum. Yatağa biran önce kendi atıyorum. Sabah olunca gecenin telaşıyla etrafı inceleyemediğim avluyu alıcı gözüyle bakıyorum. Avluda bulunan havuzun ve de ağaçların renkleri birbirleriyle raks ediyorken kahvaltı için tabağımı alıp avluda bulunan divanlardan birine kuruluyorum. Şehir avlunun duvarları dışında yüzlerce hatta binlerce yıldır durmaktayken beni de biraz bekleyebilir diyerek çayımdan ufak yudumlar alıp sessizliğe gömülüyorum.
Morten’ın geleceği gün buluşacağımız hostele gidiyorum. Konuştuğumuz saatlerde hostele geliyor. Oda olmadığı için başka bir yer hostele yerleştiğimi ve gayet de güzel bir yer olduğunu açıklıyorum. Beraber diğer hostele geçip eşyaları bırakıyor ve kendimizi sokaklara atıyoruz.
Yezd sokakları çöl sıcağından korunmak için dar yapılmış yer yer labirenti hatırlatan bir düzene sahip. Evlerin sokakla bağlantısı sadece kapılar. Eşiği geçtiğinizde içeride sizi ferah bir avlu karşılıyor. Şehir gezimizin sonunda otele her defasında istemeden de olsa farklı bir yoldan varıyoruz. Çöl ortasında kurulduğu için hararet büyük bir sorun Yezd için. Ama Yezd evlerinde badgir denen uzun bacalar vasıtasıyla bu mesele çözülmüş. Dikdörtgenvari bu bacalar şehre değişik bir hava katıyor.
Yezd Zerdüştler için manevi bir başkent. Çünkü yüzlerce yıldır yanan kutsal ateşin mekânı bu şehir. Morten ile araba kiralayıp ilk önce kutsal ateşinin olduğu mabede sonrasında da Sessizlik Kulelerine gidiyoruz. Sessizlik Kuleleri iki tepenin üzerine örülmüş dairevi yapılar. Zerdüşt inancına göre –cesedin toprağı kirleteceğine inanıldığından– ölenler toprağa gömülmüyor. Ateş kutsal olduğu için de yakılmıyor… Ölüleri özel bir törenle Sessizlik Kulelerinin üzerine, kuşların yemesi ve çürümesi için bırakıyorlar. Fakat İran rejimi bu uygulamaya yasak getirdiği için Zerdüştler Sessizlik Kulelerinin yakınına yaptıkları özel mezarlıkta ölülerini defnediyorlar. Cesetlerin toprakla karışmaması için mezarların içi betonla kaplanıyor. Bunun dışında Zerdüştler inançlarını yerine getiriyorlar İran’da.
Bu arada Bjorn ile Tahran’da buluşmak için mailleşiyoruz. Bana kaldığı otelin ismini ve ne zaman Tahran’a varacağını yazıyor. Morten Meşhed istikametinde gideceğini söylüyor. Ben Tahran için tren bileti alıyorum. Ve ertesi gün Tahran yoluna koyuluyorum.
Tahran’07
Uzun bir tren yolculuğu sonunda Tahran’a kuşluk vakti varıyorum. Taksiciyle anlaştıktan sonra Bjorn’un kaldığı Firuze Otele doğru yola çıkıyoruz. Otel görevlilerine Bjorn’un kaldığı odayı soruyorum. Bana odaya kadar eşlik ediyorlar. Bjorn uykusundan uyanarak kapıyı açıyor. Odada tek yatak olduğundan otel görevlisinde yere sermek içi battaniye istiyor. Gelenleri yere seriyor, ben yere yatmak için davrandığımda bana kendisinin yerde yatacağını söylüyor. Israrlarım fikrini değiştirmiyor. İyi bir kahvaltı sonrasında Tahran’ı gezmeye koyuluyoruz. Tarihi yerlerden ziyade gündelik yerlerde, pazarda dolaşıyoruz. Arada çay içip bir şeyler yedikten sonra otele dönüyoruz. Otel lobisinde Silvia ile tanışıyoruz. Belçikalı olduğunu ve burada gazetecilik yaptığını öğreniyoruz. Ben daha çok iki Avrupalının zihniyet dünyalarını öğrenme açısından onları dinliyorum. Bjorn uzun yolculuğunu verdiği tecrübeyle “doğudan” öğrenecekleri birçok şey olduğunu söylüyor. Sonrasında Sabah 04:00 kalkacak uçak için hazırlanıyoruz. Sefer saatini beklerken internetin olduğu bir odada Bjorn bana Jose Gonzalez dinletiyor. Ağabeyinin Jose Gonzalez konseri için bilet aldığını geri döndükten sonra gideceklerini söylüyor. Şarkıyı dinlerken altı aya yakın memleketinden ve sevdiklerinden uzak kalmanın verdiği hüzünle gözleri doluyor.
Beraber havaalanına gidiyoruz, işlemleri yaptırdıktan sonra İstanbul varışlı teyyareye biniyoruz. İstanbul’a vardığımızda Bjorn ile vedalaşıyoruz.
İstanbul’08
İran dönüşünden birkaç ay sonra bir gün eve döndüğümde masanın üzerinde adıma bir posta buluyorum. Merakla açtığımda içinden otelde dinlediğimiz Jose Gonzalez’in “Veneer” albümünün CD’si ile Bjorn’un Kopenhag’tan İsfahan seyahatini anlattığı bir kitap çıkıyor. CD’yi dinlemek için bilgisayara koyduktan sonra Danca olan kitabın sayfalarını karıştırıyorum.
Barselona’09
Telefondayım, diğer ucunda ise kadim ve aziz dostum Bülent. “Dostum” diyor “bana söz vermiştin İran’a gideceğiz diye”. Duruyorum camdan dışarı bakıyorum. Bütün o güzel yol gözlerimde bir anda parlarken “hazırlan gidiyoruz” diyorum…
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO