23 Ekim 2010
Değerlendirme: Veysel Kurt
TİKA Teknik Yardım Uzmanı Emre Yüksek, ODTÜ’de tamamladığı “The Israeli Settlements in the West Bank Territory Before and After the Peace Process” başlıklı yüksek lisans tezi bağlamında gerçekleştirdiği sunumunda İsrail yerleşimlerini üç dönem altında değerlendi: İsrail’in kurulduğu 1948’e kadarki dönem, 1948-1967 dönemi ve 1967-2005 dönemi. Yüksek’e göre, kendi kendine yeten bir yerleşim yeri kurma ve yurt edinme ideali ile başlayan yerleşimler, 1967 sonrasında güvenlik ve askerî nedenlere dayandırılırken, daha sonra dinî bir karakter kazanarak İsrail’in varlığı için vazgeçilmez bir unsura dönüştü ve barış sürecini engelleyen en temel faktörlerden biri oldu. Yüksek’in sunumdan hareketle yerleşimlerin tarihî gelişimini şu şekilde özetleyebiliriz:
İlk dönemde Rusya’dan göç eden ve sosyalist düşünceyi hayata geçirme idealinde iki farklı Yahudi yerleşim grubu bulunmaktaydı: Kibbutz ve Moşav. Kibbutzlar, kendi kendine yeten çiftlikler olarak kurgulanırken; aile üzerine bina edilen Moşav formundaki yerleşimlerde ise ailedeki herkes farklı bir görev ve sorumlulukla çalışmaktaydı. Bu yerleşimlerin üç önemli destekçisi vardı: Dünya Siyonist Örgütü, İşçi Hareketi ve esas gayesi toprak sağlamak olan Yahudi Ulusal Fonu. İlk aşamanın dönüm noktası ise göç ve yerleşimi iyice hızlandıran Balfour Deklarasyonu (1917) oldu.
Aynı dönemde Yahudiler arasındaki nüansa dayalı görüş ayrılığının bir tezahürü olan iki önemli akım bulunmaktaydı. Batı’ya dayanan ve Araplarla uzlaşmayı savunan Klasik Siyonizm, belirli bir güç elde ettikten sonra İsrail’in kurulabileceği görüşündeydi. Revizyonistler ise uzlaşmaya gerek duymadan “Büyük İsrail”i kurmak için gerekli her türlü yöntem ve politikanın uygulanmasını savunmaktaydı. Sonradan ortaya çıkan “İnananlar Topluluğu/Gush Emunim” ise bugünkü Siyonizm hareketinin karakterini oluşturan ve bu iki görüşü mezceden bir akımdı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Klasik Siyonizm’in savunucuları, Arapların yoğun yaşamadığı yerlerde Yahudi devletinin kurulması için İngiltere’yi ikna ettiler.
1967 Arap-İsrail Savaşı yeni dönemin habercisi oldu. Bir yandan Arap toprakları olarak kabul edilen yerlerden Filistinliler komşu ülkelere göç etmek zorunda kalırken, diğer yandan bu savaş Yahudilerce ilahî bir mesaj olarak algılandığından göç ve yerleşimin önünde herhangi bir engel kalmadı. Yeni yerleşim planının çizilmesini güvenliğe ve askerî nedenlere dayandıran İsrail, Arapların yoğun olmadığı yerlerde yerleşim bölgesi kuracağını ilan etti. Ancak 1973 Arap-İsrail Savaşı ve Tel-Aviv’in bombalanmasının ardından, güçlü bir Yahudi devletinin yoğun bir yerleşimle olabileceği fikri giderek daha fazla savunulur hale geldi.
1977’de İsrail’deki İşçi Partisi ilk defa iktidarı kaybederek yerini Likud Partisi’ne bıraktı. Likud yönetimine göre Tel-Aviv ve Hayfa’nın yanında İsrail’in yeni yerleşim birimlerine ihtiyacı vardı. Aynı zamanda el-Halil ve Cenin gibi Batı Şeria’daki şehirlerin geri bırakılması gerekiyordu. Bu yeni plan çerçevesinde Arapları çevreleme politikası uygulamaya konarak iki milyon yeni yerleşimci bölgeye yerleştirilecekti.
Bütün bu yerleşim planları, Filistinliler tarafından birinci öncelikli tehdit olarak algılanarak 1987’de İntifada’yı körükledi. İntifada sırasında mevcut yerleşimcilerin yaşadıkları bölgeleri terk etmesi, daha önce güvenliğe ve askerî nedenlere dayandırılan yerleşim politikasının radikalleşerek dinî bir misyon kazanmasına ve Yahudi radikallerin eline geçmesine neden oldu. 1993’e gelindiğinde Oslo Anlaşması ile ivme kazanan barış sürecini yönlendiren iki önemli kavram, “yapıcı belirsizlik” ve “ucu açık aşamalı olarak ilerleyen süreç” idi. Bu çerçevede temel anlaşmazlık noktalarından olan yerleşim konusu ertelendi. 1996’da Netanyahu’nun Büyük Kudüs planını hayata geçirmesiyle barış görüşmeleri kesildi. 1999’a gelindiğinde yerleşim yeri sayısı 170’e ulaştı. Temmuz 2000’de gerçekleşen Camp David görüşmelerinde Kudüs nedeniyle uzlaşma sağlanamazken, Eylül sonunda Şaron’un Harem-i Şerif’e provokatif ziyareti ile Aksa İntifadası patlak verdi ve barış süreci rafa kaldırıldı. Bugün hâlâ barış görüşmelerinin önemli bir maddesi olan Yahudi yerleşimleri, aynı zamanda süreci tıkayan unsurların en başında geliyor.
Gazze’deki yerleşimcilerin 2005’te bölgeden tahliye edilmesi süreciyle tezini bitiren Emre Yüksek, bunun İsrail siyasetine etkilerini de anlattı. Buna göre, tahliyenin büyük bir dirençle karşılaşmamasında her yerleşimciye 330.000 dolar dağıtılmasının etkisi oldu. Para ile ikna etme metodu başarılı olmasına rağmen Ariel Şaron, liderliğini yürüttüğü Likud’a bu planı kabul ettiremedi ve istifa ederek Kadima adıyla yeni bir parti kurdu.
Sonuç olarak bugün yerleşimci hareketin en büyük etkisi İsrail merkez sağını ikiye bölmesi oldu. “Büyük İsrail” ideali çerçevesinde devletin Yahudi niteliğini korumaktan asla vazgeçmeyen bir yerleşimci lobisi bulunuyor. Oslo Anlaşması’na imza koyan Başbakan İzak Rabin’in öldürülmesi (1995), bir yerleşimcinin elli Filistinliyi öldürdüğü el-Halil katliamı (1994) ve Gazze yerleşimcilerinin tahliye edilmesinden sonra merkez sağın bölünmesi örneklerinde de görüldüğü gibi bu lobi, güçlü bir siyasî yapı niteliğinde ve gücünü korudukça da barışın önünü tıkayan yerleşim meselesinin halledilmesi mümkün değil.
Yüksek, tez sunumunun ardından konuya ilişkin kaynakları tanıttı ve BM’nin Haziran 2010 tarihli “Batı Şeria ve Doğu Kudüs İnsani Durum Raporu” çerçevesinde Filistinlilerin bugün yaşamakta olduğu insan hakları ihlallerini detaylı haritalar ve çarpıcı fotoğraflar eşliğinde özetledi.