6-7 Kasım 2010
Değerlendirme: Süleyman Kaya
Osmanlı dönemi fetva literatürünün başta hukuk tarihi olmak üzere Osmanlı tarihi çalışmalarının hemen her alanında birinci el kaynak olarak önemli bir yeri bulunduğu bilinmektedir. Buna rağmen günümüzde yapılan akademik çalışmalarda bu mecmuaların gereken ilgiyi gördükleri söylenemez. Dolayısıyla bu mecmuaların geniş bir indeksle ilmî esaslara uygun şekilde yayınlanması önem arzetmektedir. Bu amaçla Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından yaklaşık üç yıl önce Fetva Mecmuaları Neşir Atölyesi kuruldu. İlk olarak Feyzullah Efendi’nin Fetâvâ-yı Feyziye’si (Klasik, 2009) neşredildi. Bu çerçevede Yenişehirli Abdullah Efendinin Behcetü’l-fetâvâ’sı da yayına hazırlandı; Netîcetü’l-fetâvâ’nın yayın hazırlıkları da devam etmektedir.
Fetva mecmuaları neşri devam ederken özellikle Türkiye Araştırmaları Merkezi koordinatörü Yunus Uğur’un önerisi üzerine Osmanlı fetvasını enine boyuna tartışacağımız bir atölye çalışmasına karar verdik. Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nde görev yapan arkadaşların da destek ve katkılarıyla 11 Temmuz 2009 tarihinde yapılan ilk değerlendirme toplantısıyla çalışmalara başladık. Konuya dair literatürün tespitine, atölyede ele alınacak konular, tebliğciler ve davetli katılımcıların belirlenmesine ilişkin yaklaşık bir buçuk yıllık hazırlık sürecinin sonunda, daha önce bu konuda çalışma yapmış ilim adamlarının katılımıyla 6-7 Kasım 2010 tarihlerinde atölye çalışması gerçekleştirildi.
Açılış konuşmasını Vakıf Başkanımız Mustafa Özel’in yaptığı atölyenin birinci oturumunda Sami Erdem, “Nass’ın Genelliğinden Uygulamanın Sınırlılığına: Fıkhî Hüküm (İctahad) ve Fetva” başlıklı tebliğinde fetvanın ictihadla özdeş anlamı bulunduğu gibi ictihadla elde edilen hükmün cüzî olaylara uygulanması anlamının da olduğunu vurguladı. İctihad faaliyetinde müctehid belli bir usûlü takip ederek ictihad etme serbestisine sahipken, ortaya konmuş hükümlerin cüzî olaylara uygulanmasını üstlenen müftüyü sınırlayan bir çerçevenin çizildiğine değindi. Yine Osmanlı edebü’l-müfti literatüründe müftü ile müctehid arasındaki ayırımın tam ve net şekilde ortaya konmadığını, bu dönemde müctehid müftü olmadığının ifade edildiğini; ancak müctehid olmayan müftünün güncel meselelere nasıl çözüm üreteceğine dair açıklama getirilmediğini dile getirerek, bu eserlerde teorik olarak ifade edilen ile yaşanan hayat arasındaki çelişkiye dikkat çekti.
Oturumun müzakeresinde yapılan katkıların bir kısmı şöyle özetlenebilir: Eyyüp Said Kaya, fıkıh kitapları ile Osmanlı fetva mecmuaları arasındaki iki farka değindi. Birincisi, fetva kitapları fıkıh kitaplarındaki hükümlerin mevcut toplum yapısında neye tekabül ettiğini söyler. İkincisi, fıkıh kitaplarında aynı konuyla ilgili farklı görüşlere yer verilirken fetva mecmualarında müftâ-bih olan belirlenerek bir standartlaştırma yapılır. Şükrü Özen, Osmanlı müelliflerinin her ne kadar edebü’l-müfti eserlerinde “zamanımızda müctehid yoktur” deseler de furûa dair eserlerinde müctehidin tâbi olduğu kaidelere uyarak fetva verilebileceğini dile getirdiklerini, hatta bir kısmının mutlak müctehid olmasa da meselede müctehidin bulunduğunu söylediklerini zikretti. Murteza Bedir, Mecelle öncesi döneme ait fıkıh tasavvuruyla sonrasına ait fıkıh tasavvuru arasındaki farklara, Osmanlı dönemi incelenirken bu durumun göz önünde bulundurulması gerektiğine işaret etti.
İkinci oturumda Fethi Gedikli “Osmanlı Mahkemesinde Fetva Kullanımı ve Fetva-Kaza İlişkisi” başlıklı tebliğinde şer‘iyye sicillerinde yaptığı incelemelerde kadıların fetvaya nadiren gönderme yaptığına dair gözlemine binaen Osmanlı mahkemelerinde fetva kullanımının çok yaygın olmadığını ileri sürdü. Yine tarafların elinde fetva olsa bile kadının, fetvanın maddi gerçeğe uymaması gibi sebeplerle fetvayı dikkate almayabileceğini söyledi. Ona göre fetva, kadının kararını destekleyici bir unsur olmakla beraber fetvanın kadı için bağlayıcı olduğu söylenemez. Gedikli, ayrıca Ebussuûd’a ait şu görüşe yer verdi; “kadı fıkıh kitaplarına bakıp hüküm çıkarma melekesine sahipse, fıkıh kitaplarına aykırı olduğu gerekçesiyle bir fetvayla amel etmeyebilir; ama böyle bir melekeye sahip değilse fetvaya uymak zorundadır.”
Bu bağlamda Tahsin Özcan, sicillerde fetvaya çok az yer verilmesinin muhtemel sebeplerini şu şekilde dile getirdi: (i) Kadıların ellerinde fetva mecmuaları bulunması ve birçok konuda hükmün açıkça bilinmesi hasebiyle ayrıca sicile kaydetmeye gerek görmemeleri. (ii) Sicil belgelerinin nasıl yazılacağına dair usûlde fetvaya yer verilmemesi. Yunus Apaydın da fetvanın, yargı kararının hukuka uygunluk denetimini yaptığına işaret etti.
Macit Kenanoğlu, üçüncü oturumdaki “Osmanlı Devletinde Fetva-Kanun İlişkisi” başlıklı tebliğinde fetvaların içeriklerine bakarak örfî hukukla ilgili olanların tespit edilebileceği ve bazı fetvalarda doğrudan kanuna atıf yapılmasına binaen şer‘î fetva-örfî fetva ayırımı yapılabileceği tespitinde bulundu. Burada Yunus Apaydın örfî fetva tespitinin önemine işaret edip benzer bir durumun ictihad için de geçerli olduğuna, 13. yüzyıl fıkıh kitaplarında örfî ictihad tabirinin kullanıldığına değindi. Fethi Gedikli ise hem müftünün hem de kadının şer‘î hukuka ve örfî hukuka dair fetva verdiğini, dolayısıyla Osmanlı hukukçusunun zihninde iki ayrı kategori olmadığını, bu iki alanın birbiriyle uyum içerisinde bulunduğunu belirtti. Kenanoğlu ise, Osmanlı hukukçusunun elinde mevzuat olarak dinî metinlerden başka kanun metinlerinin de bulunduğuna ve bunları da dikkate almak zorunda olduklarına işaret etti.
“Osmanlı Örneğinde Fetvada Süreklilik ve Değişim” konusunun tartışıldığı dördüncü oturumda Süleyman Kaya, farklı fetva verme tarzlarına göre Osmanlı fetvasını değişim ve süreklilik açısından ele aldı. Buna göre, Hanefi fıkıh geleneğinde müftâ-bih olan fetvanın tespiti suretiyle fetva verildiğinde veya gelenekte mevcut fetvalardan biri tercih edildiğinde süreklilik söz konusudur. Buna mukabil (i) müftâ-bih olan görüşten udûl edip zayıf görüşle; (ii) hüküm bulunmayan bir konuda ve (iii) geçmişteki fetvaya aykırı fetva verme durumlarında değişimden bahsedebiliriz.
Müzakerelerde fetvadaki değişim, toplumsal değişime dair bir şey söyler mi, bu değişimin toplumsal karşılığı var mı, soruları gündeme geldi: Şükrü Özen, fetvadaki değişimin hayatta karşılığının olduğuna değindi ve toplumsal gelişmenin fetvalar üzerinden takip edilebileceği hususunda icareteyn uygulamasına dair verilen fetvaları örnek olarak gösterdi. Murteza Bedir ise usûl-i fıkıhtaki değişim ile İslâm hukukunun farklı dönemlerde farklı coğrafyalara ait uygulamalarındaki değişimin, aslında farklı şeyler olduğunu söyleyerek fukahanın fetva ile mezheb hukukunun değişimini yönettiği tespitinde bulundu.
Tahsin Özcan, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı başlıklı kitabının hikâyesini anlattığı beşinci oturumda, “Sosyal ve Ekonomik Tarih Kaynağı Olarak Fetva Mecmuaları” başlıklı tebliği çerçevesinde devasa bir fetva külliyatıyla karşı karşıya olduğumuza, ancak bunları kaynak olarak kullanma konusunda ciddi problemlerimizin bulunduğuna değindi. Bu noktada gündeme gelen zaman, mekân ve fetvanın aidiyeti problemlerine; ayrıca fetvanın tek başına değil, fıkıh kitapları, şer‘iyye sicilleri ve diğer tarihî verilerle birlikte kullanılması zorunluluğuna dikkat çekti.
İkinci günün ilk, atölyenin altıncı oturumunda Murteza Bedir, “Buhara/Orta Asya Hukuk Okulunun Osmanlı Fetva Edebiyatındaki Yeri”ne dair şu görüşleri dile getirdi: Hanefi mezhebi, hicri 5. yüzyılın ortalarına doğru Bağdat’ta etkisini kaybetmesine paralel olarak Orta Asya’da varlığını sürdürmüştür. Bu noktada Buhara önemli bir merkezdir. Ebu’l-Leys’in Nevâzil’i ile başlayan yeni bir edebi tür olarak vakıât, bu bölgede ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bu eserler ictihada yöneliktir ve ictihad kaçınılmaz görülmektedir. Fıkıh mirasımız önemli ölçüde bu dönemde ortaya konmuştur. Bu dönemde yazılan eserlerin taklid ürünü olduğu, bunlarda ictihadın bulunmadığı türünden yaklaşımlar hatalıdır, zira o dönem âlimlerinin zihinlerinde böyle bir şey mevcut değildir. Bu dönemde mezheb sistematiği içerisinde kurumsal bir ictihad vardır ve Osmanlı fetvası da bu ictihadın bir yansımasıdır.
Yedinci oturumda Şükrü Özen, Osmanlı dönemi fetva literatürünün zaman, mekân ve mezheb açısından mukayesesini yaptığı tebliğinde fetva mecmualarının derlenme sebepleri olarak şunlara yer verdi; esahh-i akvali ortaya çıkarma; taşra müftüsünün fetva verirken nukûl yazmak zorunda olması; kadıların hüküm, müftülerin fetva verirken esahh-i akvali esas almalarının temini. Ayrıca Osmanlı uygulamasına yönelik tenkitler bulunması hasebiyle Arap diyarında yaşamış ulemanın fetvalarının önemini vurguladı. Emine Arslan ise, Osmanlı döneminde hazırlanan nukûllü fetva mecmuaları ve özellikleri hakkında bilgi verdiği sekizinci oturumda, dört tür fetva mecmuası bulunduğunu belirtti; sadece soru ve cevapların yer aldığı mecmualar; her fetvanın hizasında nakil bulunan mecmualar; her fetvanın devamında nakil bulunan mecmualar ve sadece nukûlün yer aldığı mecmualar. Arslan, nukûlün müftünün dışında bir kimse, çoğunlukla fetva eminleri tarafından hazırlanıyor olması hasebiyle fetvanın özgünlüğüne halel gelmeyeceğini sözlerine ekledi.
Dokuzuncu oturumda, Macit Kenanoğlu, “Responsalar: Osmanlı Devletinde Hahambaşılarca Verilen Fetvalar” başlıklı tebliği üzerinden responsaların bir mahkeme kararı gibi görülemeyeceğini, icraî niteliği olmadığını, bağlayıcılığın cemaat arasında ahlâkî düzeyde olduğunu, dolayısıyla bunların fetva olarak değerlendirilebileceğini dile getirdi. Kenanoğlu’na göre, hahamların dinî ve ruhanî niteliği öne çıkan evlenme ve boşanma konusu ile ihtiyarî olarak kendi cemaatleri içinde ıslah yetkileri bulunsa da, bunun dışında bir yetkileri yoktur. Osmanlı, hukukî bağlayıcılığı olan karar verme yetkisini sadece kadıya vermiştir. Zira Osmanlı’nın kaza yetkisini başka bir makama tevdi ettiğine dair bugüne kadar hiçbir kayda rastlanamamıştır.
Atölyenin son -değerlendirme- oturumunda konuşan Mehmet İpşirli, fetva mecmualarının fıkıh kitaplarına paralel çok sistemli bir başlıklandırmaya sahip olduğundan, fetva-ferman ilişkisi çerçevesinde fetvanın fermanı, fermanın da fetvayı teyit ettiğinden ve fermanın fetvayı kısıtladığına dair örneklerin mevcudiyetinden bahsetti.
İctihadın yekpare olmadığına; kitap, sünnet ve sahabe uygulamasına dair mevcut malzemeyi sistematize edip mezheb haline getiren “kurucu ictihad” ile mezheplerin teşekkülünden sonra devam eden “mezheb içi ictihad” arasındaki farklılığa dikkat çeken Yunus Apaydın’a göre, “ictihad kapısı kapandı” ifadesinden kastedilen şey “kurucu ictihad”dır. “Mezheb içi ictihad” faaliyetinin kapanması söz konusu değildir. Ayrıca, kazanın resmî bir boyutu vardır. İctihad ise daha serbest bir alandır. Fetva da bu ikisinin arasında yarı resmî bir boyuta sahiptir.
Müzakerelerin sonunda Kenanoğlu, hukukî olan şeyin sosyal hayatın dışında bir şey olmadığı, hukukun sosyal hayatı tanzim ettiği, dolayısıyla hukuk ayrı sosyal hayat ayrı denilemeyeceği değerlendirmesinde bulundu. İlhami Yurdakul, şeyhülislamın 19. yüzyılda idarî ve siyasî anlamda büyük bir kurumun reisi konumunda olduğuna, dolayısıyla ihtisaslaşma ve kurumsallaşmanın bir gereği olarak fetva konusunda fetva eminine daha fazla yük düştüğüne, ancak fetvada sorumluluğun esas itibariyle hâlâ şeyhülislama ait olduğuna dikkat çekti. Bedir, Ebussuûd Efendinin Sultana başvurarak fetvayı kanun kaynağı yaptığı ve böylece fetva-kanun ilişkisinde bir değişim yaşandığı varsayımının fetva-kanun ilişkisinin modern dönemdeki kanun fikriyle okunmasından kaynaklanan bir hata olduğunu söyledi. Zira sultanın fermanı, zayıf da olsa bir fetvayı güçlü hale getirebilir; fakat bu o sultanın ömrüyle ya da zamanla sınırlı bir şey olup süreklilik arzetmez. Hâlbuki kanunlaştırma fikrinde, fermanı verenden bağımsız bir şekilde kanunun bütün zamanları kapsaması söz konusudur. Yunus Koç ise, devletle dinin bütünleşmesiyle, kurumların -zaman zaman çatışsa da- birbirlerini tamamlayarak sistemin devamı için uyum içerisinde çalıştıklarına ve bunun için de entelektüel, hukukî ve kurumsal üretim yaptıklarına işaret etti.