- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 90 Year: 2016
- 2015’te Türk Dış Politikası
2015’te Türk Dış Politikası
Mesut Özcan, Şaban Kardaş, Emre Erşen, Gülnur Aybet
Değerlendirme: Muhammed Yasir Okumuş
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği “2015’te Türk Dış Politikası” başlıklı panelde 2015 yılı içerisinde yaşanan gelişmelerin Türk dış politikasına etkileri ele alındı. Başkanlığını Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi Başkanı Doç. Dr. Mesut Özcan’ın yaptığı programın panelistleri, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Şaban Kardaş, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erşen ve Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülnur Aybet’ti.
Panelin ilk konuşmacısı Şaban Kardaş, Ortadoğu’da son yıllarda değişen bölgesel eğilimlere, bu değişim çerçevesinde Türk dış politikasının ana meselelerine ve önündeki engellere değinen Kardaş, bölge ölçeğindeki yapısal tektonik kaymaların yansıması sonucunda bölgede Türkiye’ye bakışın değiştiğini belirtti. Türk dış politikasının ve bunun iç politikaya izdüşümlerinin sağlıklı değerlendirmesi, büyük ölçüde bölgedeki gelişmelerin ve Türkiye’nin değişen imajının göz önüne alınmasına bağlıdır.
Kardaş’a göre, Ortadoğu’daki dönüşümü beş boyut üzerinden incelemek mümkündür. Bunlardan ilki, devlet sınırlarının giderek daha ciddi biçimde tartışmaya açılmasıdır. Bölgedeki gelişmelerin temelinde yatan önemli unsurlardan birisi, modern ulus-devlet sisteminin yapı taşı niteliğindeki olan devlet sınırlarının tanınmasının ve korunmasının sorgulanmasıdır. Sınırlar hem Suriye-Irak örneğinde olduğu gibi devlet kontrolünden çıkarak buharlaşmakta hem de yeni otorite mekanizmalarının ortaya çıkmasıyla anlamını kaybetmektedir.
İkinci boyut, sınırlar konusundaki gelişmelerle de bağlantılı olarak egemenlik ve devlet otoritesi kavramının zedelenmesini içermektedir. Suriye, Irak ve Libya’da devlet otoritesi, yok denecek kadar azdır. Bu durum ulus-devlet sistemine önemli bir meydan okuma alanı açmaktadır. Devlet egemenliğinin zayıflamasının bir sonucu niteliğindeki üçüncü boyut, ulus-altı kimlik ve aktörlerin güçlenmesidir. Devlet otoritesinin zayıflaması farklı kimlik ve ideolojilerin görünürlüğünü artırmasına, bununla beraber farklı aktörlerin güçlenmesine sebep olmaktadır. Dördüncü boyut, sosyo-ekonomik alanda yaşanan olumlu gelişmelerin siyasi dönüşümleri olumlu etkileyeceği yönündeki teorik varsayımların çökmesidir. Ekonomik yapılarda gözlemlenen kısmi iyileşmelerin siyasi düzlemde hiçbir olumlu etkiye neden olmadığı görülmektedir. Beşinci boyut ise, güvenlik boşluğunun doğmuş olmasıdır. Son dönemde çatışma dinamikleri ve parçalanma eğilimleri öne çıkmış, buna bağlı olarak da askeri söylem güçlenmiştir. Bunun arkasında yatan sebep, büyük ölçüde devrimci ve karşı devrimci retoriğin güçlenmesidir. Devrim hareketleri karşı devrim girişimleri ile karşılaşmış, başarısızlığa uğramış, bölge karşılıklı bir mücadeleye sahne olmuştur. Bu tarz gerilimleri yönetebilecek yerel bir mekanizmanın yoksunluğunun yanısıra, ABD’nin başını çektiği batı eksenli uluslararası kamuoyu da bir irade gösterme eğiliminde değildir.
Konuşmasının sonuna doğru Kardaş, Ortadoğu’da zeminin giderek kayganlaşmasının değişen ittifaklar dönemine girildiğini gösterdiğini ve kalıcı çıkar ittifakı arayışlarından ziyade, esneklik ekseninde bir dış politikanın bölge düzeyinde önemli sonuçlar doğurabileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede, belirli konulardaki politikalar gözden geçirilebilir, alternatif araçlar kullanılabilir, geri adımlar atılabilir. Bununla beraber yumuşak güç araçlarının etkisini yitirdiği şu günlerde, makro ve mikro düzeyde caydırıcı gücün önemi artmaktadır. Bütün zorlu şartlara rağmen içinden geçtiğimiz süreç Türk dış politikası açısından oldukça öğretici bir tecrübedir. Bu süreçten çıkarılacak dersler Türk dış politikasının gelecekteki kapasite inşasına katkıda bulunacaktır.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin 2015 yılındaki seyrini masaya yatıran Emre Erşen, uçak düşürme hadisesinden sonra ortaya çıkan krizin bir yandan sürpriz olduğunu, diğer yandan da şaşırtmadığını belirtti. Rus hava kuvvetlerinin birkaç defa Türkiye sınırlarını ihlal etmesinin ulusal egemenlik meselesi olarak algılanması ve Ortadoğu’da -özellikle Suriye’de- farklı çıkarların bulunması böyle bir krizin habercisi olarak değerlendirilebilirdi. Öte yandan iki ülkenin 2000-2015 yılları arasında giderek gelişen dinamik ilişkileri göz önüne alındığı zaman böylesi bir krizin yaşanabileceği beklenmemekteydi.
Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler ekonomi ve enerji alanlarındaki ortaklıklar ile gelişme eğilimi göstermiş, bölgesel çıkarlar ve politikalar söz konusu olduğu zaman ise farklılaşmalar ve çatışmalar görülmüştür. İkili ilişkilerde bütüncül bir yaklaşımdan ziyade konu odaklı bir kompartmanlaştırma stratejisi izlenmiş, bu strateji belirli alanlarda fayda sağlamasına rağmen ilişkilerin geneli açısından risk arz etmiştir. İki ülke Karadeniz’de, Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde, Kıbrıs meselesinde ve PKK ile ilişkilerde farklı yaklaşımlar benimsemişlerdir. Dahası, Türkiye NATO üyesi bir ülkedir ve bu sebeple Rusya’nın rakibi konumundadır. Bu açılardan bakıldığı zaman siyasi bir krizin çıkmasının hiç de uzak bir ihtimal olmadığı görülebilmektedir.
Erşen, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin küresel, bölgesel ve ulusal olmak üzere üç boyutta değerlendirilebileceğini söyledi. Küresel açıdan, NATO karşısında zemin kaybeden Rusya’nın büyük devlet olma iddiasını kanıtlama ihtiyacı önem arz etmektedir. Bu ihtiyacın giderilebileceği coğrafya da eski Sovyet ülkeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ukrayna’daki tutumu dolayısıyla uluslararası arenada ciddi tepki gören Rusya, Suriye politikası ile tekrar güç kazanmaya ve imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Bölgesel açıdan bakıldığı zaman, Suriye’nin Rusya’nın Ortadoğu’daki tek müttefiki olduğu görülmektedir. Akdeniz’de kıyısı bulunan Suriye üzerinden güneye açılan Rusya, buraya yaptığı müdahale ile zemin kaybeden ortağı Esed’e ve rejimine -deyim yerindeyse- kan vermiştir. Suriye müdahalesinin ulusal boyutu, siyasi ve ekonomik olarak darboğazda bulunan, küresel radikalizm ile muhatap olmak zorunda kalan Rus devletinin iç politikada kendisine alan açmaya, meşruiyet zemini bulmaya, rahatlamaya çalışmasıdır.
Rusya, Suriye’yi bölgede Türkiye’den daha önemli bir partner olarak görmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki savları Rusya’nın büyük güç olma iddiası önünde engel teşkil edebilecek niteliktedir. Nitekim Rus savaş uçağının düşürülmesi, Rusya’nın bu imajına zarar veren belki de en önemli olaydır. Bu iki durum bir arada düşünüldüğü zaman Rusya’nın Suriye’de gerilimi tırmandırmak suretiyle alan kazanmak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye bu süreçte hesaplı bir risk almış ancak ekonomik bağımlılık yolu ile dış politikadaki sorunları aşma politikası Rusya özelinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşanan kriz iki taraf açısından son on beş yıldır devam eden romantizmin bir nevi sonunu getirmiştir. Toplumsal algıların bozulmasına bakılırsa bundan sonraki süreçte ilişkilerin eskisi gibi yakın olmayacağını söylemek abartılı sayılmaz.
Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini ele alan Gülnur Aybet ise ilişkilerin dönüşümü hakkındaki değerlendirmesinin ardından Arap Baharı sonrası dönemini masaya yatırdı. NATO yalnızca güvenlik ihtiyacının sonucunda doğmuş bir kuruluş olmaktan ziyade, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasındaki dönemde Batı dünyasının değerlerini meşrulaştıran ve koruyan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylesi bir yapı içerisinde, hiçbir zaman tam manasıyla Batılı sayılmayan Türkiye’nin yer almasının sorgulanmamış olmasının arkasında güvenlik ihtiyacı bulunmaktadır. Bu açıdan Türkiye, NATO açısından Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya ulaşmasını engelleyen, Avrupa’da askeri denge sağlayan, Soğuk Savaş sonrasında barış misyonlarına destek veren, fonksiyonel bir müttefik olmuştur.
Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun misyonu değişime uğramıştır. Post-komünist ülkelere teknik destek veren, demokratik normları yansıtan, insani yardım ve müdahalelerde bulunan NATO’da eksen, kolektif savunmadan kolektif güvenlik anlayışına kaymıştır. Bunun bir sonucu olarak yaklaşık yirmi yıl boyunca Birleşmiş Milletler’in askeri kanadı gibi hareket eden NATO, 11 Eylül 2001’de ABD’deki terör saldırıları sonrasında, bu defa belirli bir hudut sınırı içinde kalmaksızın, tekrar kolektif savunma pozisyonuna dönmüş, Afganistan ve Irak gibi NATO’nun sınırları dışında bulunan ülkelere savunma amacıyla operasyonlar düzenlemiştir. İzlenen politikalar sonucunda üye ülkeler arasında iki farklı anlayış ortaya çıkmıştır: NATO’nun bölgesel savunmaya odaklanması gerektiğini düşünenler ve küresel bir strateji dâhilinde hudutsuz olması gerektiğini düşünenler. Ukrayna krizi ile bölgesel savunmanın önemi anlaşılmış ve bu anlayış benimsenmiştir.
NATO’ya üye ülkeler içerisinde Türkiye, içe dönük bir portre çizmiştir. Özellikle 2003’teki Irak işgali sonrasında artan PKK terörü dolayısıyla kendi meseleleri üzerine eğilen Türkiye’yi anlamakta zorluk çeken NATO, 2007 yılındaki tezkere süreci ile Türkiye’nin kendine has güvenlik sorunları ve kaygıları bulunduğunun farkına varmıştır. Türkiye’nin özellikle Libya’daki iç savaş sürecinde olası bir dış müdahalenin NATO üzerinden yürütülmesi savı uluslararası kamuoyunda kabul görmüş, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle süreçte söz sahibi olmasının önünü açmıştır. 2007 yılı itibariyle Türkiye ile NATO, fonksiyonel ortaklık sürecini geride bırakarak stratejik-bölgesel ortaklık oluşturmuşlardır. Türkiye’nin NATO açısından öneminin artmasıyla beraber NATO, farklı öncelikleri ve ilişkilere sahip, dış politikada kâr-zarar hesabı yapabilen, ilkesel kararlar veren bir Türkiye imajıyla karşılaşmıştır. Bunun sonucu olarak da Türkiye zaman zaman NATO tarafından ‘kötü ortak’ ilan edilmiştir.
Suriye iç savaşı NATO’nun güçsüzlüğünü göstermesi açısından önem arz etmektedir. Zira Rusya’nın Libya tecrübesinden sonra takındığı tavır, NATO’nun Suriye’de hareket edebilme yeteneğini sınırlandırmıştır. Soğuk Savaş sonrasında seyirci pozisyonunda bulunan Rusya’nın Suriye’deki varlığı, NATO açısından bir sorun teşkil etmektedir. Suriye’nin geleceği konusunda NATO’nun önünde cevaplandırılması gereken ciddi sorular bulunmaktadır. Rusya’nın varlığı göz önüne alınarak hangi yerel aktörlerin destekleneceği, yeni rejimin Esed’i barındırıp barındırmayacağı, bu sorulardan bazılarıdır. Suriye krizi süresince Türkiye’nin NATO ile ilişkileri bütün olumsuz söylemlere rağmen gelişmiştir. Türkiye’nin transatlantik müttefikleri ile farklı önceliklerinin bulunması, kısa vadeli ve değişken ittifakların kurulmasının önünü açmaktadır.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO