- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 60 Year: 2006
- Seyrüsefer: Selanik İzlenimleri
Seyrüsefer: Selanik İzlenimleri
Gülçin Koç
Selanik’e ilk adım attığımızda Pazarı Pazartesiye bağlayan gece sabaha karşı saat dörttü. Gözümü açtığımda ilk gördüğüm bir Beyaz Kule bir de salına salına yürüyen genç kızlardı. Şaşa kalmıştım. Pazartesi iş günüydü, eğlence deyince genelde Cuma ve Cumartesi günleri akla gelmez miydi? Üstelik kızların hiç korkusu da yoktu; herhangi bir tedirginliğe mahal yoktu onlar için. Şaşkınlığım ertesi günler de devam edecekti. Şehir tümden, eğlenelim vur patlasın çal oynasın havasındaydı çünkü. Neden koşuşturan insanlar görülmüyordu hiç? Avrupa Birliği çok mu para vermişti? Herkesin zengin olduğu bir şehir miydi ki Selanik? Her köşe başında, her apartman altında bir café, içlerinde oturup sohbet eden, frappé icen; tavernalarda eğlenen insanlar. Sürekli konuşan, gülen bir şehir! Doğu üzerinden gelindiyse Batılı özelliklerinin; Batı yönünden giriş yapıldığındaysa Doğulu yanlarının daha çok fark edileceği bir tarafı vardı sanki. Tek tip bir Selanik bulmak ise hayaldi. Aristotales Meydanı’nın modern görünümü yanında ara sokakların darlığı ile işkembe salonlarının varlığı Avrupa’dan çıktığımızı kendince çok güzel dile getiriyordu. Osmanlı’nın modernleşme adımlarının da ilk önce uygulandığı şehirdi belki Selanik, ama Atina yanında daha bir “Oriental” kalıyordu. Orada bulunduğum zaman diliminde şehre damgasını vuran “Selanikli” olma haliyle belki bu yüzden ilgilenmedim. Selanik sadece Sabetaycılardan ibaret değildi ve tarihin bütün gizli saklısının fırlamasından ürktüğüm bir garip hikâyeydi benim için şehrin bu yanı. Sonuçta önünden geçtiğim ünlü Kapancı ailesine ait köşkle, içine girdiğim 1902 tarihli Yeni nam-ı diğer Dönme Camii dışında işim olmadı o taraflarla Hoş, ev sahibimiz medrese eğitimi almış Selanik’te ekonomi okuyan Gümülcineli bir Türk genciydi, yani evlâd-ı fatihân’dandı; tarih bilgisi engindi. Sokak sokak gezerken anlattıklarından en son aklımda kalan Evliya Çelebi’nin Selanik bahsine başlarken attığı başlık oldu: “Evsâf-ı şehr-i dâr-ı Yahûd-ı Karâyî mâlik, ya‘nî tahtgâh-ı kral-ı Rûm nâm Selenik.”
Selanik’i M.Ö. 315’te Makedonya Kralı Cassandre’nin kurduğu söylenir. Şehre ismini verense Büyük İskender’in üvey kız kardeşi, Cassandre’nin karısı Thessaloniki’dir. Bu manada bir dişi şehirdir Selanik. Öyle ki güzelliğinin üstünü örtmeye apartmanlar bile yetmemiş. Sıkışıp kalmışlığına karşın hemen hemen her adım başında umulmadık yerlerden karşınıza çıkıveren geçmişle; Atinalı kral Aegeus’un Girit’ten dönecek olan oğlu Theseus’un öldüğünü zannedip kendini sularına attığı ve böylece “Ege”leşen mavinin yan yana durması güzel sayılmak için bir şehre yetmez mi? Üstelik Selanik’te geçmiş dendi mi tek, düz bir yol da akla gelmiyor. 1985 yılında 2300. yıldönümü kutlanan şehir, Makedonya krallarından Romalılara, Bizans’a, Osmanlı’ya, Yunanistan’ın kurulmasına ve II. Dünya Savaşı’na varıncaya kadar tarihin belli başlı köşe taşlarını kendinde buluşturuyor. Roma Agorası’yla Bit Pazarı; Alaca İmaret’in mermerlerine bundan bir asır önce yazılmış ve öylece zamanda asılı kalmışçasına duran Osmanlıca dizeler; aşağıdaki Beyaz Kule ile yukarıdaki Yedi Kuleli’den geçip gidenler; Atatürk’ün evi; Venizelos’un heykelleri; Yahudi Allatini ailesi için 1888’de Yalılar semtinde, 1909-1912 yılları arasında Sultan II. Abdülhamit’e bir nevî hapishanelik yapan konak, şimdiki valilik binası, Kamara/Galerius Takı’nın hemen yakınındaki yine Galerius tarafından yaptırılmış önce Kiliseye sonra Camiye ve tekrar Kiliseye çevrilmiş Rotunda; Kastra ile Ladadika ve sayamadığım daha niceleri, Selanik’in çok katmanlı yapısını ortaya koyuyor. Bir zamanlar Via Egnatia’nın kalbi sayılan bu liman şehir hâlâ Balkanlara başkentlik yapma iddiasını canlı tutuyor. Bunun bir yansıması olarak Yunan Demiryolları Selanik üzerinden düzenli bir şekilde İstanbul, Sofya, Bükreş, Belgrat, Zagreb, Viyana, Moskova gibi merkezlere seferler düzenliyor. 2003 Haziranında Avrupa Birliği Zirvesi için Atina yerine Selanik’in tercih edilmesi de bu açıdan anlamlı.
Simgesel Makedon güneşini de kimseye bırakmak istemeyen Selanik, 8 Eylül 1991 tarihinde kurulan Makedonya Cumhuriyeti ile Yunan hükümeti arasındaki sınır ve isim kavgalarının kendi üzerinden yapılmasına ses çıkartmıyor. Atina daha Batılı bir görüntü çizerken, Selanik Balkanlılığını her zaman önplana çıkartıyor. Atinalılar, Selaniklilerin saf Yunan kanı taşımadıklarını iddia ededursun, Loksias isimli Doğu esintileri taşıyan “entel” bir caféye takılan Yunanlılar “Batılı değiliz biz, onlar Atinalılar; biz Balkanız” diyebiliyorlar nargile eşliğindeki sohbetlerinde. Ney, Selanikli entelektüellerin yeni gözdesi. Sokaklarda gezerken Türkçe konuştuğumuzu duyanlar adeta etrafımızda halka oluşturuyor. Hepsinin Türkçeyle ilgili ayrı bir hikâyesi var. Bir solukta anlatıveriyorlar. Yanlarından ayrıldığımız her grup arkamızdan uzun uzun el sallıyor. Çiçeklerle dolu apartmanların arasından görünen deniz kenarında, babam balıktan dönen yaşlılarla balık isimleri üzerine sohbet ederken, bir balık lokantasında Türkiye’den geldiğimizi duyan kırk yaşlarında bir müşteri ayağa fırlıyor. Gözleri çakmak çakmak heyecandan zapt edemediği bir ses tonuyla, “Hoş geldiniz… Büyük Adalıyım ben” diyor, “bir de Fenerliyim. Bu sene yine şampiyonuz”. Tren garında sefer saatleri için beklediğimiz bir anda, sıra bize gelince orta yaşlı, bayan memur bir tuhaf bakıyor yüzüme. Türkiye deyince ne olduğumuzu anlayamadan gözlerinden yaşlar süzülüyor. Camdan elini uzatıp başörtümü okşuyor bir süre, “nine” diyor “Zsanakkale”. Sonra dışarı çıkıyor kabininden, koşup bir arkadaşını getiriyor. İstanbullu bir Rum yanındaki. 6-7 Eylül olaylarından beri Selanik’teymiş. Konuşuyoruz, fotoğraf çektiriyoruz beraber. Bayan İrini, ninesini hatırlattığım için benden zor ayrılırken, kalbimi bir hüzün sarıyor ki tarifi imkânsız. Aynı hüznü, Selanik’in ara sokaklarında Batı Avrupa’daki dükkânlarda rastlayamayacağınız türden bir düzensizlikle, üst üste yığılmış envaiçeşit eşyayla kaplı küçük dükkânları gördüğümde de hissediyorum; ne bayan İrini’yi ne de bu tozlu dükkânları yirmi sene sonra gelsem bulamayacağımı bildiğimden olsa gerek.
Öbür yandan Makedonya ve Aristotales üniversitelerine sahip olduğundan Selanik’te hayat zaten hiç duracağa benzemiyor. Geldiğimizde nasıl neşeliyse benzer bir neşe içinde terk ediyoruz şehri. Rum’u, Gürcüsü, Makedon’u, Karamanlısı, Bulgar’ı, Çingenesi, Arnavut’u, Türk’ü, Afrikalısı, turisti derken nerdeyse her milletten insanın yaşadığı topraklardan ayrılırken sanayi bölgesi uğurluyor, Vardar Ovası ise nicedir bizi bekliyor…
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO