Ada Atölyesinin Bir Senesi

SAM Dosya
 
Değerlendirme: Betül Özel Çiçek
 
“Sinema ve Edebiyat İncelemeleri Atölyesi: Ada Konulu Romanlar ve Film Uyarlamaları”yani kısaca Ada Atölyesibundan bir sene önce, 2006’nın Mart ayında çalışmalarına başladı. Ada Atölyesinin yola çıkış amacı bir soruya cevap aramaktı. Bunun için edebiyatı saha olarak belirledik kendimize, Ada’yı ise mekân. Sorumuz, kabaca, üstünden tüm giysilerini attığında “insan”dan geriye ne kalacağıydı. Mekânımız Ada oldu, çünkü Ada her düşenin kendinden soyunmak zorunda kalırken kendini bulduğu bir metafordu edebiyatta. Saha olarak edebiyatı seçmemizin nedenine gelince... “Tüm gizleri aydınlatılmış ve her yönü açığa çıkartılmış, kana kana yaşanmış tek hayat, edebiyattır” der Proust. Yazarın sarf ettiği cümlede hakikat payı varsa eğer, edebiyatı hayatın kendisinden daha gerçek, daha yaşanmış kılan nedir? İngiliz, Prostestan, alt-orta sınıf, kılıktan kılığa, fikirden fikre giren bir casusun yarı-biyografik romanını; Fransız, medyayı reddederek medyanın tepesine oturtulmuş, felsefenin okuluna gitmeyi reddederek felsefenin âlâsını yapan asi bir yazarın tüm insanlık tarihini üç yüz küsur sayfada anlatıveren deli kızın çeyizi romanını; II. Dünya Savaşı gazisi bir lise öğretmeninin hakikatleri kör gözüne parmağım misali sokan dehşetengiz romanını; Belçikalı, sömürgeci, denizci, “Tanrı ile güreşircesine” yazan bir maceracının tarihin sonuna noktayı koyacakken ayakları ünleme takılıp uçurumdan yuvarlanıverenleri anlatan acı romanını; kadın olmadığı halde kadın, zenci olmadığı halde zenci, Nobel ödüllü bir Afrikalının eprimiş bir tarihe anlam verme çabasından mütevellit kısacık romanını bir araya getirerek okumamıza sebep olan ihtiyaç nedir? Yani, Terry Eagleton’ın kafasını duvarlara vurmasına neden olan o soruyu sorarsak, neden edebiyat? Bir zamanların sıkı devrimcisi Perulu yazar Mario Vargas Llosa bu sorunun cevabını şöyle veriyor: “(Çünkü) bugünün tekno-dünyasında, insana ait böylesine derleyici ve canlı bilgi sadece edebiyatta bulunabilir.”
Edebiyatçıların, hele de mevzu edebiyatsa kendilerini edebiyat yapmaktan alamadıkları malumdur. Bu yüzden şatafatlı laflarını üstünü şöyle bir silkeleyip dinlemekte, ama yine de dinlemekte fayda var. Vargas Llosa’ya göre, bilimde mütehassıslaşmanın kanser gibi yayıldığı, herkesin gün geçtikçe kendi ihtisas alanlarında gettolaşarak “uzmanlık adacıkları”na çekildiği, neredeyse sadece kendilerinin anlayabileceği bir jargonla konuştuğu bu çağda edebiyat, etnik ve kültürel farklılıklarımızın insanlık mirasının bir zenginliği olduğunu ve bu farklılıklara insanlığın çok satıhlı yaratıcılığının bir manifestosu olarak kıymet vermemiz gerektiğini öğretecek paydadır. “Hiçbir şey,” der Llosa, “insanı önyargının ahmaklığından, ırkçılıktan, dinî yahut politik bölücülükten, dışlayıcı milliyetçilikten iyi edebiyat ile ortaya çıkan şu gerçek kadar iyi koruyamaz: bütün insanlar özde eşittir ve aralarına ayrımcılığın, korkunun ve istismarın tohumlarını sadece zulüm serper.” Edebiyatın, insan bilincinin dehlizlerindeki hakikati açığa çıkarma hususunda öyle bir özel gücü vardır ki yazarın amacı bunun tam tersi bile olsa, hakikat kendini kelimelerin arasından ayan eder.
Bu minval üzere ve altı aylık bir ön çalışmanın ardından başlayan Ada Atölyesi, tek-başına-insanı incelerken, sorularının cevabını beş oturumda bulmayı amaçladı. Oturumların ilki olan “Robinson ve Robinson”da hedef tek-başına-insanın tek başınalığına neyin üzerinden ve nasıl bir değer biçtiğini ölçmekti. Bu oturumun kitabı Daniel Defoe’nun Robinson Crusoesu’ydu. Oturumumuza, Defoe’nun yaşadığı asırdaki teknik ve sosyal gelişmelerin, bir nesil önce ortaya çıkmış orta-sınıfın karşı karşıya kaldığı sorunların ve dünya coğrafyasının Batılı insan tarafından adım adım keşfi ile şekillenen benlik anlayışının tarihe yansımalarının roman üstünden yorumlanması ile başlandı. Bu oturumun ikinci toplantısında değerli hocamız Mustafa Özel, bize Protestan iş ahlâkının nasıl ortaya çıktığını ve günümüz dünyasını şekillendiren değerlerin temelini atmadaki rolünü anlattı. Bir sonraki toplantımızda ise, Robinson Crusoe üstüne ayrı tarihlerde çekilmiş iki filmi izledik. Luis Buñuel’in filmi Robinson Crusoe’nun Maceraları (1952) ile Rod Hardy ve George Miller filmi Robinson Crusoe’yu (1996) art arda izlemek hakim söylemin esasta değilse de satıhta nasıl bir değişime uğradığını görmek açısından anlamlıydı. Üçüncü filmimiz Robert Zemeckis’in Yeni Hayat’ı (2000) ise Defoe’nun ikircikli ütopyamsının aksine gerçek hayatta, gerçek bir insanın nasıl davranacağını gösteriyordu.
“Robinson ve Cuma” isimli ikinci oturumumuzda, tek-başına-insanın insanla karşılaştığında bunu varlık anlayışının neresine oturtacağı sorusuna Michel Tournier’in 1967’de Cuma romanıyla verdiği cevabı inceledik. Tournier, Fransa’daki Cezayirli Cumalar’a selam çaktığı romanında aman vermez bir üslupla Robinson’un adadaki gelişimini felsefe tarihi ile neredeyse birebir özdeşleştirerek anlatır. Aynı şekilde, Jack Gold’un Cuma (Man Friday) isimli filminde de (1975), Robinson’un yani beyaz, Protestan, Anglo-Sakson adamın sembolize ettiklerine karşı neşet eden yoğun eleştirinin nerelerden kaynak alarak şekillendiği gördük. Filmde de kitapta da Cuma bir vahşiden ziyade bir bilge konumuna yükseltilirken, Cuma’nın bilgeliğinin hedonist boyutuna yapılan vurgu, bu eserlerin ortaya konduğu yıllardaki toplumsal şartları da göz önünde bulundurduğumuzda özellikle dikkat çekici idi. Oturumumuzun son toplantısına gelen post-kolonyal edebiyat hocası Muhammed Bakari, Robinsonların ve Cumaların halen varlıklarını sürdürdüklerini, kılık değiştirerek kendini saklayan Robinsonların keçi derisinden şemsiyesi ve tüfeği ile Speranza’nın sahilinde dolaşan Robinson Cruseo’dan daha tehlikeli olduklarını belirtti.
Üçüncü oturumumuz “Robinson ve Medeniyet”te ise tek-başına-insanın tek başınalığında medeniyet kavramı ile nasıl baş ettiğini, tek başına kalan insanın üstünden tüm giysilerini sıyırmaya başladığında onu şekillendiren medeniyetinin hangi katmanlarının gidip hangilerinin kaldığını, ait olunan medeniyetin insan davranışlarına velev ki o insan ıssız bir adada bir başına olsun, etkilerinin neler olabileceğini sorduk. Bu sorulara cevap bulmak için elimizde üç roman vardı. İlk romanımız, Robinson Crusoe’dan yüz elli sene sonra, 1857’de Robert Michael Ballantyne’in yazdığı bir çocuk romanıydı: Mercan Adası. Mercan Adası’nda İngiliz üst, orta ve işçi sınıfından üç gencin Robinson dedelerinin mirasını nasıl yediklerini gördük. Torunlarından yüz elli sene önce ıssız bir adaya düşmüş Robinson ne kadar endüstriyel başarı ve maddî zenginlik peşindeyse, torunları da o kadar bilginin ışığında aydınlanmanın peşindeydiler. Romana göre, bilginin nuru bu üç gencin de hayattaki yerlerini, diğer insanları ve doğaya bakışlarını öyle bir konuma yükseltmişti ki diğer insanlara ve canlılara karşı tutumları her zaman onurlu, öğretici ve hoşgörülüydü. Bilgiye itaat etmek onları sadece “Sahip” ve kibar İngiliz centilmenleri yapmakla kalmıyor, etraflarındaki insanların da vahşi olsun, korsan olsun hayatlarını “müspet” etkilemelerine vesile oluyordu. İkinci oturumdaki ikinci kitabımız ise William Golding’in tam yüzyıl sonra, 1954’te, Mercan Adası’na cevap olarak yazdığı Sineklerin Tanrısı romanıydı. Baş kahramanların isimlerinin Mercan Adası’ndakilerle aynı olduğu bu romanda, iki dünya savaşını görmüş Golding, farazi bir dünya savaşı sırasında bir yerden bir yere gönderilen bir grup yatılı okul çocuğunun düştükleri adada başlarından geçenleri anlatıyordu. Robinson Cruseo ne kadar nev-zuhur bir umudun bir idealle karışarak kelimeye dökülmüş hali ise ve Mercan Adası ne kadar üretim gayreti ve umudun üstüne kurulmuş bilgi hegemonyasının insanlık için sözümona iyileştirici etkisinden bahsediyorsa, Sineklerin Tanrısı da o kadar “disillusionment”ın, gerçeklere aymanın, bilginin de, endüstrinin de, teknolojinin de, insanlığını yitirdiğinde insana karşı iyileştirici bir etkisinin olmadığının göstergesidir. Romanda medeniyetin sembolü deniz kabuğu, vahşileşen çocuklar tarafından adanın egemenliğini ilk sağladıkları anda parçalanmışken, bilginin sembolü gözlük medeniyete geri dönmek gibi bir amaç için değil, et pişirmek gibi bir ihtiyaç için yine vahşi çocuklarca adanın akl-ı selime en yakın çocuğunun gözünden çalınmıştır. Roman boyu Golding, adaya düşen kimi çocukların dönmek için ısrar ettikleri “medeniyet”in de adada oluşan vahşi hayattan çok da farklı olmadığını alttan alta vurgular. Bu oturumun son romanı, Joseph Conrad’ın 1899’da yayınladığı Karanlığın Yüreği isimli eseriydi. Karanlığın Yüreği, Ballantyne’in şekerle kaplayarak pespembe bir ambalajda ve parlak, sarışın, akıllı İngiliz çocuklarının elinden Viktoryen okurlarına sunduğu sömürgeciliğin, içyüzünü, sadece sömürülen için değil sömüren için de ne büyük azap olduğunu gösterir. Bu romanın başarılı film uyarlaması, Francis Coppala’nın 1979’da çektiği Kıyamet’in Vietnam Savaşı üzerine olması ise bu bakımdan hassaten manidardır.
“Robinson ve Medeniyet” oturumunu bitirdikten sonra geçeceğimiz Ada Atölyesinin dördüncü oturumu “Robinson ve Kadın” yaygın temayülün aksine kadın kimliğinin “tek-başına-insan” tarafından nasıl yorumlandığından ziyade değişen kadın kimliğinin Robinson’u nasıl algıladığı üstüne olacak. Bunun için iki yeniden yazım romanımız var: Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, Güney Afrikalı beyaz derili zenci yazar J. M. Coetzee’nin Düşman isimli eseri ve Yahudi iken Roma Katoliği olmuş, edebî kariyerinin peşinde koşmak için bebeğini terk etmiş bir romancının, Muriel Spark’ın Robinson’u. Her iki yeniden yazımda da göze çarpan temel nokta, bildiğimiz hikâyeye kadın unsuru eklendiğinde ortaya çıkan farklılıklar. Bu oturumun filmi, 1932’de A. Edward Sutherland tarafından çekilmiş Bay Robinson Crusoe.
Ada Atölyesinin beşinci ve son oturumu “Robinson ve Post-modernizm”. “Robinson ve Post-modernizm”de bir film ve bir roman var. Terry Sunbord’ın 2004’te yazdığı Robinson Crusoe 1,000,000 AD geleceğin bugünle birbirine girdiği, kahramanın uygarlıktan uzak bir adada değil, milyonlarca yıl önce insanlardan arınmış bir dünyada tek başına uyandığı bir kıyamet kehaneti. Byron Haskin’in 1964’te çektiği Robinson Crusoe Mars’ta filmi ise Mars’ta mahsur kalan bir astronot ile Marslı Cuma’nın hikâyesini anlatıyor.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.