Doğa Durumu ve Tek-Başına-İnsan

Değerlendirme: Cihat Arınç
 
Sanat bazen var-olanın veciz bir ifadesi yahut yansıması iken, bazen de var olana karşı ortaya konulan eleştirel bir tepkidir. Sinema ve Edebiyat İncelemeleri Atölyesinin kuruluşu, sanatın bu iki işlevini (ifade edicilik ve dönüştürücü eleştirellik) teorik bir çerçeve içerisinde derinlikli bir şekilde kavramayı amaçlıyor. Ada konulu romanlar ve film uyarlamalarından kurulu bu ilk oturumlar dizisi ise bilhassa insanın kendisi ile olan ilişkisi (psikanaliz) ve diğeri ile olan ilişkisi (siyaset felsefesi) üzerine beliren temel soru ve sorunların, sanatın duyarlılığı içerisinde nasıl tartışıldığını anlamak isteğinden doğdu. Atölyenin edebiyat ayağını Betül Özel Çiçek değerlendirdiği için, ele aldığımız soru(n)ların felsefe literatürü içerisindeki yeri ve bu felsefece tartışmaların romanların oluşumundaki etkisi üzerine birkaç şey söylemek istiyorum.
Tek-başına-insan nedir? Hobbes’un deyişiyle, herkese karşı savaşan bir “vahşi” mi, yoksa Aydınlanma’nın “yüce” hedeflerine saldıran huysuz çocuk Rousseau’nun “özgür birey”i mi? İnsanın diğerleri ile olan ilişkisini belirleyen temel saikler nelerdir? Hıristiyanlık başta olmak üzere, Tanrı’nın buyruklarından oluşan vahye dayalı dinler mi, yoksa doğal din mi; ilâhî nomos/canon mu, yoksa doğal hukuk mu? Bu sorular, köken itibarıyla tarihte ilk defa XVII. yüzyılda ortaya çıkmış değildir. Fakat bu sorulara verilen cevaplar, sayıca XVII. yüzyılda artış göstermiştir. Bunlar, ilk olarak XII. yüzyıl dolaylarında Endülüslü filozoflar, İbn Bâcce ve İbn Tufeyl tarafından sorulmuş sorulardır. Bu soruların doğurduğu ilk roman karakteri Robinson Crusoe değil, fakat Hayy İbn Yakzan’dır. İnsan ne ile “tedbir” eder (yönetir)? Kendi aklıyla mı, yoksa ilâhî Logos ile mi? İlâhî Logos’a ulaşmak için –ister Platon’un mağarasından kurtulduktan sonra başkalarını da kurtarmak için geri dönen Filozof olsun, ister Tanrı’nın inayetiyle inananları kurtarmak için yeryüzüne inen Hz. İsa olsun– bir mürşid (yol gösterici) şart mıdır? Descartes’ın cogito’sundan çok önce bu soruyla yüzleşen İbn Bâcce, tedbîrü’l-mütevahhid (bireyin kendi kendini yönetmesi) terimiyle, tekil-insanın Tanrı vergisi aklı ile kendisini tedbir edebilecek bir özne olduğunu vurgulamıştı.
Robinson Crusoe, Batı’da başlayan “doğal hukuk” ve “doğal din” tartışmalarının hemen akabinde, yani 1719’da Daniel Defoe tarafından kaleme alınıyor. Robinson, son derece sakin, sistemli, rasyonel, ama aynı zamanda Tanrı’ya bir ölçüde bağlı, içine düştüğü doğa şartlarına kendi medeniyetinin sistemini taşıyabilen bir karakter. Marx’a göre, Crusoe “kapitalizm öncesi homo economicus’un tümel bir örneğidir” ve dahası “aşırı karmaşıklaşan hayata bir tepki ve yanlış anlaşılan doğal hayata bir geri dönüş değil, fakat daha ziyade ‘sivil toplum’un bir öngörüsüdür.” Romanda Robinson’un “kendine” –benliğinin karanlık noktalarına– dair soruları yok. Adada nasıl yaşayabileceğini ve adayı kendisi için nasıl daha yaşanılabilir bir yer hâline getirebileceğini soruşturan, hesap ilmine dayalı rasyonel bir düzen kuran (ki bu pratik yönüyle Rousseau’nun övgüsüne mazhar olur), kayık yapmak vb. girişimlerinden anladığımız kadarıyla bir dereceye kadar adadan kurtulmaya çabalasa da her şeye rağmen orada yaşadığının farkında olan bir birey. Köle-efendi diyalektiğinin negatif tarafında duran Cuma geldikten sonra işleri epey hafifleyen ve kendi elleriyle kurduğu adanın gerçek Efendi’si olan biri Robinson. Bu açıdan Batılı öznenin kendi dışındakilere bakışını yüzeysel bir şekilde yansıtan bir kitap Robinson Crusoe. Kendisinden sonra kaleme alınan yeniden-yazma denemeleri sayesinde Robinsonad türünün doğduğunu biliyoruz. Bunlardan önemli bir tanesi, Michel Tournier’in Cuma ya da Pasifik Arafı adlı romanı. İnsanın mahiyeti üzerine yoğunlaşan bu roman, bilincin flûlaşan sınırlarında dolaşıyor ve okuruna derin bir psikolojik tahlil sunuyor. Bunları yaparken sadece karakterin iç dünyasındaki değişimleri psikanalitik bir perspektiften aktarmakla yetinmiyor, buna bağlı olarak onun doğa ile olan ilişkisindeki değişmeleri de felsefî antropoloji çerçevesinde gösteriyor okurlarına. Bu yönüyle altmetni ve metinlerarası göndergeleri kuvvetli bir roman. Tournier’in Robinson’u, Defoe’nunkinden farklı. O, ilkin yalnızlığın çürüttüğü ve dönüştürdüğü (âdeta insanlıktan çıkarttığı), fakat sonra yüce bir “kurtarıcı” edasıyla adaya gelen Cuma sayesinde yeniden “ışığı” keşfeden biri. Tournier’in “tek-başına-insan nedir?” sorusuna verdiği cevap, insanın kendisiyle ve çevresiyle olan bilinçaltı ilişkisinin öne çıktığı son derece karamsar bir cevap.
İnsanın diğerleri ile olan ilişkisine gelince, bu soru Mercan Adası ve Sineklerin Tanrısı romanlarında daha da öne çıkıyor. Robert Michael Ballantyne’in 1857’de kaleme aldığı Mercan Adası, insanların doğa durumunda iken rasyonalitelerini korumayı sürdürecekleri kabulüne dayanarak Locke’çu bir yaklaşımı benimsiyor. Locke’a göre doğa durumu siyaset toplumundan önce gelen, özgürlük ve eşitliğin olduğu bir durumdur. Bununla birlikte o, sınırsız bir ruhsatın olduğu bir durum değildir, çünkü tabiatın kanunu akıldır. İki dünya savaşının ardından 1954 senesinde William Golding tarafından yazılan ve Mercan Adası’nın yaklaşımını olumsuzlayan Sineklerin Tanrısı ise, daha kötücül ve Hobbesçu bir tablo çizer. Issız bir adaya düşen eğitimli İngiliz çocuklarının, burada kaldıkları süre içerisinde medeniyetin kazanımlarından nasıl geriye düştüklerini, asaletin yerini hayatta kalma ve haris iktidar mücadelelerinin aldığını resmeden roman, aklın değil ilkelliğin ve vahşetin hâkim olduğu bir doğa durumunu gözler önüne serer. Ralph ve Jack arasındaki “güç isteği”ne dayalı gerilim, giderek canice sonuçlar doğurmaya başlar. Sağduyuyu ve adaleti simgeleyen “denizkabuğu”nun kırılmasıyla beraber adalet ve hakkaniyet de hepten ortadan kalkar. İngiliz filozof Thomas Hobbes’un deyişiyle, doğa durumunda “adalet ile adaletsizliği, iyi ile kötüyü birbirinden ayıracak hiçbir ilke yoktur; doğa durumu, herkesin herkese karşı savaş içinde olduğu (bellum omnium contra omnes) çok vahşî, berbat, hayvanî ve yabanî bir hâldir.”

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.