“Sinema zamanın sanatıdır!”

Semih Kaplanoğlu

17 Ocak 2008       
De­ğer­len­dir­me: Esra Tice
 
Si­ne­ma soh­bet­le­ri­nin Ocak ayındaki ko­nu­ğu, Yu­mur­ta ad­lı fil­mi ile ulu­sal ve ulus­la­ra­ra­sı ya­rış­ma­lar­da bir­çok ba­şa­rı ka­za­nan yö­net­men Se­mih Kap­la­noğ­lu idi. Ken­di­siy­le si­ne­ma­da za­man kav­ra­mı ve bu­nun Yu­mur­ta fil­min­de­ki iz­dü­şüm­le­ri üze­rin­den bir söy­le­şi ger­çek­leş­tir­dik. Aşa­ğı­da söy­le­şi­den bir bö­lüm su­nu­yo­ruz:
 
So­ru: Türk si­ne­ma­sı­nın son dö­nem­de en çok bes­len­di­ği te­zat, bü­yük şe­hir-taş­ra iliş­ki­si. Siz bu yö­ne­li­mi ne­ye bağ­lı­yor­su­nuz? Si­zin için taş­ra ne ifa­de edi­yor? Ya­ni biz ne kay­bet­tik ve taş­ra­da ne arı­yo­ruz?
Se­mih Kap­la­noğ­lu: Bu­nu, sa­nı­yo­rum, taş­ra­dan bü­yük ken­te ge­len in­san­la­rın film yap­ma­ya baş­la­ma­la­rı ola­rak dü­şü­ne­bi­li­riz. As­lın­da he­pi­mi­zin, bü­yük kent­ler­de ya­şa­yan nü­fu­sun bir kıs­mı­nın o bü­yük ken­te baş­ka bir yer­den, taş­ra­dan gel­miş in­san­lar ol­du­ğu­mu­zu dü­şü­nür­se­niz, her­ hâl­de Tür­ki­ye’de­ki yo­ğun göç, ara­da­ki me­sa­fe­ler -doğ­du­ğu­nuz yer, ya­şa­dı­ğı­nız yer, evi­miz­le da­ha son­ra­ki baş­ka yer­ler, bu ta ai­le­den uzak­laş­ma­ya ka­dar- on­lar­dan uzak­lık, ken­di ik­li­min­den uzak­lık gi­bi bir te­me­le otu­ru­yor zan­ne­di­yo­rum. Ama bir yan­dan da özü ara­yış­la il­gi­li bir şey ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum bu­nun; ya­ni yö­net­men­le­rin bir şe­kil­de bu­ra­da me­ta­fo­rik bir an­la­tım ara­ma­la­rı­nı ken­di ben­lik­le­ri­ni, ken­di var­lık­la­rı­nı, ken­di hâl­le­ri­ni ara­yış­la­rı ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Bel­ki bir yan­dan şu da var: Ha­ni ya­şa­dı­ğı­mız yer­de ve şim­di­ki za­man­da, bel­ki bu­lun­du­ğu­muz or­tam­da çok mut­lu ol­du­ğu­muz, ora­da çok iyi ol­du­ğu­muz da söy­len­mez. Bel­ki o yüz­den de taş­ra bir ya­nıy­la nos­tal­jik bir şey­dir; ya­ni geç­miş ha­ya­ta, geç­miş de­ğer­le­re, geç­miş kav­ram­la­ra, ge­ri­de bı­rak­tı­ğı­mız şey­le­re as­lın­da bir yö­ne­liş, on­la­ra tek­rar bir göz at­ma me­se­le­si­dir. Böy­le bir du­rum ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum bu ko­nu­da; ya­ni bir tür ara­yış as­lın­da.
So­ru: Ni­ye dö­nü­lür taş­ra­ya, şe­hir ni­ye yet­mez in­sa­na?
Se­mih Kap­la­noğ­lu: Çün­kü şe­hir­de­ki ha­ya­tın de­ğer­le­ri ya da du­ru­mu o in­sa­nı bes­le­mi­yor­dur, o in­sa­na ye­ter­li de­ğil­dir, ora­da du­ra­mı­yor­dur ya da dur­du­ğu­nu zan­ne­di­yor­dur. Ama ya­şa­dı­ğı her­han­gi bir trav­ma se­be­biy­le ya­şa­dı­ğı yer­le için­de bu­lun­du­ğu du­ru­mun ara­sın­da­ki me­sa­fe­le­ri gö­rür. Far­kı­na va­rır. Bu me­se­lâ, önem­li bir şey ben­ce. As­lın­da her bi­ri­mi­zin eğer baş­ka bir yer­de do­ğup bü­yü­düy­sek ve son­ra baş­ka bir yer­de, baş­ka bir ül­ke­de, baş­ka bir şe­hir­de ya­şa­ma­ya de­vam edi­yor­sak, baş­la­dı­ğı­mız yer­le bu­lun­du­ğu­muz yer ara­sın­da bir me­sa­fe var. Ba­zı in­san­lar için bu önem­li ol­ma­ya­bi­lir; ya­ni o ken­din­ce me­se­le­yi aş­mış ola­bi­lir ya da öy­le bir sı­kın­tı ya­şa­mı­yor ola­bi­lir. Ama ge­nel ola­rak bi­zim Tan­pı­nar’ın ya­pıt­la­rın­dan tu­tun Oğuz Atay’a ka­dar as­lın­da bü­tün an­la­mıy­la taş­ra, da­ha doğ­ru­su mer­kez ve taş­ra (doğu-batı, Anadolu-İstanbul vs.) bi­zim kül­tü­rel olu­şu­mu­muz­da, ro­ma­nı­mız­da, ede­bi­ya­tı­mız­da, si­ne­ma­mız­da, ge­nel ola­rak hi­kâ­ye­le­ri­miz­de hep var olan bir me­se­le­dir. Özel­lik­le ay­dın ka­rak­ter­le­ri­ne, por­tre­le­ri­ne dik­kat edin bu me­se­le hep tar­tı­şı­la­gel­mek­te­dir. As­lın­da bu­ra­da­ki film ya da bu­ra­da­ki ka­rak­ter de üç aşa­ğı beş yu­ka­rı ora­dan de­vam ede­ge­len, ora­dan sü­zül­müş, o bi­ri­kim­den sü­zül­müş ka­rak­ter­dir; ya­ni an­la­ta­bi­li­yor mu­yum? De­mek ki biz son yüz se­ne­de ya da iki yüz se­ne­de bir mer­kez ve mer­ke­zin dı­şın­da -taş­ra di­ye­lim- bir ça­tış­ma­yı ve bir çe­liş­ki­yi ya­şı­yo­ruz ya da bir ça­tış­ma ya­şa­nı­yor. O ça­tış­ma­nın dı­şavu­ru­mu iş­te Türk ro­ma­nı­nın ne­re­dey­se bü­tün ka­rak­ter­le­ri­ne ve Türk si­ne­ma­sı­nın bel­li ka­rak­ter­le­ri­ne ka­dar de­vam edi­yor. Bu film­de, si­zin taş­ra­da di­ye ad­lan­dır­dı­ğı­nız film­le­rin al­tın­da bu tür me­se­le­ler ya­tı­yor. Ta­bii ki bu­nu po­li­tik bir şe­yin içe­ri­si­ne ne ka­dar yer­leş­ti­re­bi­li­riz; onu bi­le­mi­yo­rum. Siz bir an­da bu ül­ke­de bu­na po­li­tik ta­ban­lı der­se­niz, o da çok il­ginç. Tan­zi­mat Fer­ma­nı çık­mış, son­ra Cum­hu­ri­yet gel­miş ve bir an­da di­li­niz de­ği­şi­yor, bir an­da bir mer­kez­den baş­ka bir mer­ke­ze sav­ru­lu­yor­su­nuz. Şim­di bü­tün bu kop­ma­lar, bü­tün bu uzak­laş­ma­lar as­lın­da ben­lik an­la­mın­da­ki uzak­laş­ma­lar… Bun­la­rın me­ta­fo­rik kar­şı­lık­la­rı as­lı­na ba­kar­sa­nız mo­dern ede­bi­ya­tın ya­pı­sın­da var olan şey­ler.
So­ru: Der­gâh der­gi­sin­de­ki rö­por­ta­jı­nı­zı oku­du­ğum­da, bir ka­der an­la­yı­şı­nız var gi­bi gel­miş­ti ba­na. Me­se­la, yağ­mur yağ­dı­ğın­da bu­nun se­bep­siz bir yağ­mur de­ğil, fil­me mü­da­ha­le eden bir şey ol­du­ğu­nu, fil­min or­ga­nik bir şe­kil­de şe­kil­len­me­si ge­rek­ti­ği­ni söy­lü­yor­du­nuz. Film­de kul­la­nı­lan za­man­la ger­çek za­ma­nı eşit­le­me de var bir yan­dan. Kur­gu­sal olan­la ger­çek ola­nın ara­sın­da­ki du­va­rın kal­dı­rıl­ma­sı ve­ya ola­bil­di­ğin­ce ge­çir­gen ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni dü­şü­nü­yor­su­nuz gi­bi gel­miş­ti ba­na.
Se­mih Kap­la­noğ­lu: Bu­na ka­pı­la­rı­mı aç­tı­ğı­mı sa­nı­yo­rum. Fil­min her ta­ra­fı­nı aç­ma­ya, ken­di­mi de zi­hin­sel ola­rak aç­ma­ya ve ha­yat ora­ya ne ka­dar sı­zar­sa -onun çok de­ğer­li ol­du­ğu­nu dü­şü­ne­rek as­lın­da- müm­kün ol­du­ğu ka­dar eğip bük­me­ye ça­lı­şı­yo­rum. Film ya­pı­mı sü­re­sin­ce or­ta­ya çı­kan, hi­kâ­ye­ye ve du­ru­ma mü­da­ha­le ede­cek her şe­yi o film içi­ne ka­ta­bil­me açık­lı­ğı­nı he­def­li­yo­rum. Çün­kü bel­ki de ya­pı, se­nar­yo, fil­mi çek­me bi­çi­mi, öy­le söy­le­ye­yim, bü­tün bun­lar­la an­cak fil­mi oluş­tu­ra­bil­di­ği­mi dü­şü­nü­yo­rum. Ya­ni müm­kün ol­du­ğu ka­dar film­de­ki yan ka­rak­ter­le­rin, me­kân­la­rın ve du­rum­la­rın fil­me -ger­çek­lik an­la­mın­da- hiz­met et­me­si ve ger­çek bo­yu­tuy­la ora­ya da­hil ol­ma­sı için ça­ba gös­te­ri­yo­rum. Ta­bii bu her za­man ba­şı­boş bı­ra­ka­bi­le­ce­ği­miz bir şey de­ğil ama bel­li bir plan çer­çe­ve­sin­de iler­le­ye­cek şey­ler.
So­ru: Yu­suf baş ka­rak­te­rin is­miy­le alâ­ka­lı çok güç­lü bir me­ta­for; Hz. Yu­suf’la bağ­lan­tı ku­ru­yor mu­su­nuz?
Se­mih Kap­la­noğ­lu: Ku­ru­yo­rum; açık­ça­sı di­dak­tik ol­ma­ma­ya özen gös­ter­me­den. Se­yir­ci­nin ya da o ol­gu­ya, me­se­lâ Yu­suf pey­gam­ber hi­kâ­ye­si­ne o me­se­le ne ka­dar gi­di­yor­sa fil­min içi­ne ala­ca­ğı, bir­ta­kım şey­le­ri sor­gu­la­ya­ca­ğı şe­kil­de an­la­şı­la­ca­ğı­nı, fark­lı­la­şa­ca­ğı­nı, de­ği­şe­ce­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. Ama bu­nun da “İş­te ba­kın, si­ze şim­di Yu­suf pey­gam­be­ri, bir me­se­le­yi an­la­tı­yo­rum, bu­na dik­kat edin” an­la­mın­da al­tı­nı çiz­mek ba­na çok doğ­ru gel­mi­yor. Çün­kü ha­ya­tı­mız­da da bü­tün in­san­lı­ğın ya­şa­dı­ğı de­ne­yi­mi ve bi­ri­ki­mi as­lın­da her bi­ri­miz ha­ya­tın için­de her gün ya­şı­yo­ruz. Ken­di ya­şa­dı­ğı­mız du­rum­la­rın ne­re­le­re değ­di­ği­ni, ne­re­le­re te­ka­bül et­ti­ği­ni al­gı­la­ma­mı­zı sağ­la­ya­cak şey­ler­den bi­ri­nin de si­ne­ma, ro­man, şi­ir ya da mü­zik ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Bu­nu di­dak­tik bir şe­kil­de fil­min içi­ne yer­leş­tir­mek ye­ri­ne, ger­çek an­lam­da o kıs­sa­nın okun­ma­sı­nı ter­cih ede­rim. Fil­min o ka­dar düz bir oku­ma­ya tâ­bi ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni dü­şün­mü­yo­rum.
So­ru: Ma­dem­ki otu­ru­mun ko­nu­su “za­man”, özel­lik­le “za­man me­ta­fi­zi­ği”, işin bi­raz da fel­se­fî bo­yu­tu­na bak­mak­ta fay­da var. Bu­nu üçe ayı­ra­bi­li­riz: Bi­rin­ci­si dış­sal za­man, do­ğa­da­ki za­man; ikin­ci­si in­sa­nın için­de­ki za­man, psi­ko­lo­jik za­man; üçün­cü­sü de in­san­la­rın ey­lem­le­riy­le dış­sal­laş­tır­dı­ğı za­man ki bu­na da ta­rih di­yo­ruz. Üçün­cü­sün­den ba­kıl­dı­ğın­da fark­lı za­man al­gı­la­rı var: dön­gü­sel za­man, çiz­gi­sel za­man. He­gel’le bir­lik­te en zir­ve­ye doğ­ru da­ha fark­lı bir za­man al­gı­sı­na ge­çi­li­yor. Wal­ter Ben­ja­min sü­rek­siz za­man an­la­yı­şı­nı ve ta­rih­sel olay­la­rı sü­rek­li ola­rak bir­bir­le­riy­le ne­den­sel ola­rak iler­le­yen bir sü­reç ola­rak oku­mu­yor da sa­de­ce par­la­yan imaj­lar gi­bi bir­bir­le­rin­den ko­puk imaj­lar ola­rak gö­rü­yor. Bi­raz İs­lâm coğ­raf­ya­sı­na gi­rer­sek, mu­ta­sav­vıf­la­rın, özel­lik­le İbn Ara­bi’nin “an-da­yım” de­dik­le­ri bir şey var; ne tü­müy­le dön­gü­sel ne de tü­müy­le çiz­gi­sel. Bü­tün bu spek­trum içe­ri­sin­de iz­le­yi­ci açı­sın­dan si­zin za­man an­la­yı­şı­nız ne­dir?

Se­mih Kap­la­noğ­lu: İbn Ara­bî’nin za­man an­la­yı­şı­na ya­kın bir şey söy­le­ye­ce­ğim: Si­ne­ma za­ma­nın sa­na­tı as­lın­da; çün­kü öl­çü­len bi­rim­ler­le ya­pı­lı­yor. Me­se­la bir met­re film, fa­ra­za, yir­mi sa­ni­ye­dir; yüz yir­mi met­re otuz beş mm’lik fil­min sü­re­si üç bu­çuk da­ki­ka­dır. Eli­niz­de bir­ta­kım za­man bo­yut­la­rı var. Bun­la­rı bir­leş­ti­rir­si­niz, bir film or­ta­ya çı­kar. De­mek ki bir za­man ku­ru­yor­su­nuz as­lın­da; bu za­man kur­gu­lan­mış za­man par­ça­sı. Bu­nun için­de, fil­min iç za­man­la­rı ola­rak bir geç­miş ve ge­le­cek de ku­ru­yor­su­nuz. Hi­kâ­ye kur­du­ğu­nuz tak­dir­de se­yir­ci­nin otur­du­ğu o an­da­ki za­man kav­ra­mı da işin içi­ne da­hil olu­yor. Ve böy­le­ce as­lın­da çok za­man­lı bir du­rum­la kar­şı kar­şı­ya ka­lı­yo­ruz. Ve ta­bii iz­le­yi­ci an­la­mın­da psi­ko­lo­jik za­man da dev­re­ye gi­ri­yor. Ama si­ne­ma­tog­ra­fik an­lam­da­ki za­man kav­ra­mı­nın, İbn Ara­bî’nin geç­miş, şim­di, ge­le­cek (hep­si bir şim­di), şim­di­ki za­man­da ta­sav­vu­ru­nun doğ­ru bir nok­ta­da ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Ve üret­ken­lik an­la­mın­da her fil­min -içe­ri­sin­de­ki ka­rak­ter­ler de­me­ye­yim ama- za­man vur­gu­su içe­ri­sin­de his­se­dil­me­si ge­re­ken şe­yin bu ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Ama si­ne­ma­da ger­çek za­ma­nı kul­la­na­bil­di­ği­miz oran­da, ya­ni za­ma­nı, ha­re­ke­ti par­ça­la­ma­dı­ğı­mız ve bi­re­bir in­san za­ma­nı­na uy­gun bir bo­yu­tu yer­leş­tir­di­ği­miz tak­dir­de se­yir­ci­de za­man al­gı­sı oluş­tu­ra­bi­le­ce­ği­mi­zi dü­şü­nü­yo­rum. Çün­kü si­ne­ma­nın, te­le­viz­yo­nun vs. yap­tı­ğı şey as­lın­da za­ma­nı par­ça­la­mak, za­man mef­hu­mu­nu ve za­man duy­gu­su­nu üze­ri­miz­den al­mak. Bi­zi as­lın­da sü­rek­li bir hı­za ve iler­le­me­ye doğ­ru gü­düm­lü­yor­lar. Bir yan­dan za­ma­nı par­ça­la­dık­ça, za­man mef­hu­mu­nu or­ta­dan kal­dır­dık­ça ölüm duy­gu­su­nu uzak­laş­tır­dık­la­rı­nı ve hiç öl­me­ye­cek­miş gi­bi hep bir anın içer­sin­de du­ran bir ta­sav­vur oluş­tu­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Sa­na­tın, si­ne­ma­nın bu al­gı­yı kır­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni ve önem­li bir si­lah ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.