He­gel’in Din Fel­se­fe­si

Ta­cet­tin Er­tuğ­rul

3 Ma­yıs 2008               
De­ğer­len­dir­me: Er­dal Yıl­maz
 
MAM ta­ra­fın­dan ter­tip edi­len Tez­gâh­ta­ki­ler top­lan­tı se­ri­si­nin Ma­yıs ayı ko­nu­ğu Ga­la­ta­sa­ray Üni­ver­si­te­si Fel­se­fe Bö­lü­mü dok­to­ra öğ­ren­ci­si Ta­cet­tin Er­tuğ­rul’du. Er­tuğ­rul, ay­nı üni­ver­si­te­de ha­zır­la­dı­ğı “He­gel’in Din Fel­se­fe­si” baş­lık­lı yük­sek li­sans te­zi­ni din­le­yi­ci­ler­le pay­laş­tı.
Er­tuğ­rul, din ve fel­se­fe iliş­ki­si­nin mo­dern fel­se­fe ta­ri­hi­nin önem­li prob­lem­ler­den bi­ri ol­du­ğu­nu be­lirt­ti. He­gel’in de genç­lik dö­ne­min­den iti­ba­ren Tan­rı hak­kın­da­ki bil­gi­miz, din­ler ta­ri­hi ve din-dev­let iliş­ki­le­ri üze­rin­de yo­ğun ola­rak dur­du­ğu­nu ve bu me­se­le­le­rin He­gel’in sis­te­min­de önem­li bir yer iş­gal et­ti­ği­ni ifa­de ede­rek söz­le­ri­ne baş­la­dı. 
Kant’ın kri­tik­le­rin­den son­ra “Tan­rı’yı bil­mek”ten bah­set­me­nin pek ma­kul kar­şı­lan­ma­dı­ğı­nı; ima­nın, duy­gu ala­nı­na, özel sfe­rin sı­nır­la­rı içi­ne hap­se­dil­di­ği­ni ve bil­gi­nin yal­nız­ca fe­no­me­nal alan­la sı­nır­lan­dı­rıl­dı­ğı­nı be­lir­ten Er­tuğ­rul, bu du­ru­mu özet­le­mek için He­gel’in Din Fel­se­fe­si Ders­le­ri’nde­ki şu ifa­de­le­re atıf yap­tı: “Bi­lim­le­rin ge­niş­le­me­si ne­re­dey­se sı­nır­sız bir hal al­dı… Tüm bi­lim­le­rin bir Tan­rı bi­li­mi ol­du­ğu bir za­man var­dı, ça­ğı­mı­zın ayı­rı­cı özel­li­ği ise Tan­rı’ya iliş­kin hiç­bir bil­gi­ye sa­hip ol­mak­sı­zın her şe­yin bil­gi­si­ne sa­hip ol­mak­tır.” He­gel, ça­ğı­nın bil­ge­li­ği­nin Tan­rı’yı bi­lin­ci­miz­den uzak­ta du­ran son­suz bir ha­ya­le­te ve bu­na pa­ra­lel ola­rak in­san bi­lin­ci­ni de son­lu bir ha­ya­le­te çe­vir­di­ği­ni vur­gu­lar. An­cak He­gel’e gö­re di­nin buy­ru­ğu açık­tır: “Tan­rı’yı bi­li­niz… İsa şöy­le di­yor: Gök­sel ba­ba­nız gi­bi mü­kem­mel olu­nuz.”
Er­tuğ­rul, He­gel’in Tan­rı’ya iliş­kin bil­gi­mi­zi, duy­gu (Ge­fühl), tem­sil (Vors­tel­lung) ve dü­şün­me (Den­ken) form­la­rın­dan ha­re­ket­le açık­la­dı­ğı­nı ifa­de et­ti. Duy­gu for­mu al­tın­da di­le ge­tir­dik­le­ri­ni şu şe­kil­de özet­le­di: “He­gel’e gö­re duy­gu for­mel bir ka­rak­ter ta­şır; ya­ni çok çe­şit­li ve kar­şıt içe­rik­le­re sa­hip ola­bi­lir. Bir baş­ka ifa­dey­le, duy­gu­nun içe­ri­ği en yü­ce var­lık ola­bi­le­ce­ği gi­bi en dü­şük var­lık da ola­bi­lir. Do­la­yı­sıy­la Tan­rı bi­zim duy­gu­muz­day­sa, en dü­şük şey üze­rin­de hiç­bir üs­tün­lü­ğe sa­hip de­ğil­dir. Ay­rı­ca ger­çek bir şe­yin duy­gu­su­nu ta­şı­ya­bi­le­ce­ğim gi­bi tü­müy­le ha­ya­lî bir şe­yin duy­gu­su­nu da ta­şı­ya­bi­li­rim. Duy­gu içe­ri­ği­nin va­ro­lu­şu onun duy­gu­su­nun va­ro­lu­şu­na bağ­lı de­ğil­dir. Do­la­yı­sıy­la ‘Tan­rı’yı his­se­di­yo­rum’ di­ye ‘Tan­rı va­rol­mak’ zo­run­da de­ğil­dir. Böy­le­ce duy­gu içe­rik iti­ba­riy­le dai­ma muh­te­mel (con­tin­gent) bir ka­rak­ter ta­şır, onun içe­ri­ği ar­zu­ma ve key­fi ira­de­me gö­re va­ro­luş bu­la­bi­lir. Onun içe­ri­ği bi­za­ti­hi kav­ra­mın ken­di­siy­le bir­lik­te ve­ril­miş de­ğil, do­la­yı­sıy­la duy­gu içe­ri­ği şu ya da bu ol­ma­sı kar­şı­sın­da ka­yıt­sız­dır. Duy­gu­nun içe­ri­ği­nin bu şe­kil­de muh­te­mel ol­ma­sı­nı He­gel olum­suz an­lam­da süb­jek­ti­vi­te ola­rak ad­lan­dı­rır. Bu du­rum­da in­san ve hay­van ara­sın­da duy­gu or­tak bir ye­ti­dir ve Tan­rı yal­nız­ca duy­gu­nun bu muh­te­mel­li­ği­ne ka­lır­sa, di­ğer duy­gu içe­rik­le­rin­den hiç­bir üs­tün­lü­ğü ol­maz. Onun ev­ren­sel­li­ği ve mut­lak­lı­ğı ya­ra­lan­mış olur. Böy­le­ce Tan­rı’yla yal­nız­ca ke­li­me­nin kö­tü an­la­mın­da süb­jek­tif bir iliş­ki­ye gir­miş olu­ruz.”
Er­tuğ­rul, He­gel’in Tan­rı’ya da­ir bil­gi­mi­zin tem­sil for­mu al­tın­da­ki yak­la­şı­mı­nı da “He­gel, ken­di­si bir tem­sil for­mu olan di­nin, me­ta­for­lar, ana­lo­ji­ler, imaj­lar ta­şı­dı­ğı­nı söy­ler. Tan­rı’nın bir oğ­lu ol­du­ğu­nu söy­le­di­ği­miz za­man bu­nun yal­nız bir imaj ol­du­ğu­nu bil­di­ği­mi­zi ve bu­ra­da ben­zer bir iliş­ki­nin söz ko­nu­su ol­ma­dı­ğı­nı, baş­ka bir iliş­ki­nin res­me­dil­di­ği­ni bil­mek­te­yiz der. He­gel’e gö­re din, ana­lo­ji­le­rin ve imaj­la­rın ala­nı iken, fel­se­fe­nin gö­re­vi on­la­rın ger­çek içe­rik­le­ri­ni or­ta­ya çı­kar­mak­tır. Yi­ne He­gel’e gö­re Es­ki Ahit’te­ki bil­gi ağa­cı ta­rih­sel ola­rak va­rol­muş ger­çek bir ağaç de­ğil­dir ve onun mey­ve­si de ger­çek bir mey­ve de­ğil­dir” söz­le­riy­le di­le ge­tir­di.
He­gel’e gö­re di­nin, mut­lak ha­ki­ka­tin bi­lin­ci ol­du­ğu­nu, bu an­lam­da fel­se­fe­nin de din­le ay­nı ol­du­ğu­nu söy­le­yen Er­tuğ­rul, di­nin tem­sil­ler yo­luy­la di­le ge­tir­di­ği ha­ki­ka­ti, içe­rik ay­nı kal­mak ko­şu­luy­la fel­se­fe­nin kav­ram­la ifa­de et­ti­ği­ni be­lirt­ti. Böy­le­ce He­gel’in me­ta­fi­zi­ği ya da on­to-te­olo­ji­si di­ni, tem­si­lî ve me­ca­zî ka­rak­te­rin­den sı­yı­rıp onun di­le ge­tir­di­ği ha­ki­ka­ti açı­ğa vur­ma­ya ça­lı­şır.
Tan­rı’ya da­ir bil­gi­mi­zin He­gel ta­ra­fın­dan dü­şün­me (Den­ken) for­mu al­tın­da na­sıl ele alın­dı­ğı­nı ise Er­tuğ­rul şu ifa­de­ler­le di­le ge­tir­di: “He­gel’e gö­re yal­nız in­sa­nın bir di­ni var­dır. Bu Tan­rı’nın yal­nız­ca ‘dü­şün­me’ için ol­du­ğu­nu gös­te­rir; zi­ra in­sa­nı hay­van­dan ayı­ran özel­lik bu­dur. Di­nin dü­şün­me­den ba­ğım­sız ve ona ya­ban­cı ol­du­ğu­nu söy­le­mek He­gel’e gö­re bir ge­ve­ze­lik­ten öte bir şey de­ğil­dir. Dü­şün­me ol­mak­sı­zın in­san di­ne ye­te­nek­li ola­ma­ya­ca­ğı gi­bi etik ya­şa­ma ve hu­ku­ka da ye­te­nek­li ola­ma­ya­cak­tır; zi­ra bun­lar yal­nız­ca ‘öz­gür­lük’le müm­kün­dür ve ‘ken­di­ni öz­gür bir şey ola­rak bil­me­ye’ bağ­lı­dır. Ona gö­re di­nin te­mel be­lir­le­ni­mi­ni dü­şün­me oluş­tu­rur. Din­sel duy­gu aşıl­ma­sı ge­re­ken bir mo­ment­tir. İn­san bi­linç­li var­lık ol­ma­sıy­la hay­van­dan ay­rıl­dı­ğı için du­yu­sal var­lı­ğı­nı aş­ma­lı ve ken­di­si­nin bil­gi­si­ne sa­hip ol­ma­lı­dır.”
Er­tuğ­rul, su­nu­mu­nun de­vam eden bö­lü­mün­de He­gel’in ta­rih­sel din­le­re na­sıl bak­tı­ğı­nı şu şe­kil­de di­le ge­tir­di: Ge­ist’ın ken­di­si­ni fark­lı tem­sil­ler ile açım­la­dı­ğı di­ya­lek­tik de­vi­nim için­de, ta­rih­sel din­ler, din kav­ra­mı­nın fark­lı mo­ment­le­ri­ni oluş­tu­rur. He­gel fel­se­fe­sin­de din kav­ra­mı­nın ta­mam­la­nı­şı, Hı­ris­ti­yan­lık­la ger­çek­le­şe­cek­tir. Söz ko­nu­su ta­rih­sel din­le­rin be­lir­len­miş din­ler ol­ma ka­rak­te­ri­ne kar­şın ta­mam­lan­mış din ola­rak Hı­ris­ti­yan­lık mut­lak din şe­kil­de ad­lan­dı­rı­la­cak­tır. Di­nin ilk for­mu he­nüz di­nin dü­şün­ce­ye yük­sel­me­di­ği do­la­yım­sız­lık for­mu­dur. He­gel di­nin bu ilk do­la­yım­sız­lık for­mu­nu do­ğal din ola­rak ad­lan­dı­rır. Do­ğal di­nin te­mel be­lir­le­ni­mi “bi­lin­cin on­da he­nüz hiç­bir bö­lün­me­ye uğ­ra­ma­mış ola­rak dur­du­ğu do­ğal bi­linç” dü­ze­yin­de kal­ma­sı­dır. Di­nin bu ilk for­mu bö­lün­me açı­sın­dan da en ek­sik for­mu oluş­tu­rur. Ge­ist ve do­ğa­nın bir ol­du­ğu bu din­de cen­net­ten ko­vul­ma an­la­tı­sın­da ifa­de­si­ni bu­lan ve di­ya­lek­tik de­vi­ni­mi baş­la­tan bö­lün­me he­nüz ger­çek­leş­me­miş­tir. Bu ma­su­mi­yet du­ru­mu­dur. Ya­hu­di­li­ğe ge­lin­ce, He­gel’e gö­re onun te­mel be­lir­le­nim­le­ri so­yut Tan­rı ve ya­sa ka­rak­te­ri­ne sa­hip ol­ma­sı­dır. So­yut Tan­rı’nın ka­rak­te­ris­ti­ği ta­ma­men Bir ol­ma­sı­dır. Di­nin Ya­hu­di­lik mo­men­tin­de do­ğa­nın ar­tık ya­ra­tıl­mış bir şey dü­ze­yi­ne in­di­ği­ni ve Tan­rı­nın ilk ko­nu­mu iş­gal eder ha­le gel­di­ği gö­rü­lür. Tan­rı tüm do­ğa­nın ya­ra­tı­cı­sı ve efen­di­si ola­rak kar­şı­mı­za çı­kar. He­gel söz ko­nu­su Bir’in, ya­ni Ya­hu­di Tan­rı­sı­nın yal­nız­ca Ya­hu­di hal­kı­nın, İb­ra­him’in ve onun so­yun­dan ge­len­le­rin Tan­rı­sı ol­ma­sı se­be­biy­le dış­la­yı­cı bir bir­lik kar­şı­sın­da bu­lun­du­ğu­mu­zu söy­ler.
Er­tuğ­rul’a gö­re, He­gel di­ni ge­nel ola­rak Tan­rı bi­lin­ci şek­lin­de ta­nım­la­mış­tır. Din­de bi­lin­cin ko­nu­su Tan­rı’ydı. ilk kez mut­lak din­de­dir ki son­lu Ge­ist ile son­suz Ge­ist öz­deş ha­le gel­miş­tir, cen­net­ten ko­vul­ma hi­ka­ye­sin­de me­ca­zi an­lam­da di­le ge­ti­ri­len Ge­ist’ın bö­lü­nü­şü, mut­lak din­de or­ta­dan kal­dı­rıl­mış­tır. Ar­tık bi­linç söz ko­nu­su ay­rı­mın ve onun or­ta­dan kal­dı­rı­lı­şı­nın bi­lin­cin­de olan bi­linç ha­li­ne gel­miş­tir ve bu mut­lak öz­deş­li­ğin bi­lin­ci din­dir, böy­le­ce din kav­ra­mı­nın ta­mam­la­nı­şı “Mut­lak Din” adı­nı alır. Bu iti­bar­la ger­çek din, Mut­lak Din’dir. Ya­ni Ta­mam­lan­mış din kav­ra­mı He­gel için Hı­ris­ti­yan­lık­ta kar­şı­lı­ğı­nı bul­mak­ta­dır.
Er­tuğ­rul, su­nu­mu­nun son kıs­mın­da “Mut­lak din” baş­lı­ğı al­tın­da “Hı­ris­ti­yan­lık”ve “Hı­ris­ti­yan Di­ni­nin Dev­let­le İliş­ki­si” me­se­le­le­ri­ni tar­tış­tı. Hı­ris­ti­yan­lı­ğa da­ir olan kıs­mı­nı şu ifa­de­ler­le özet­le­di: “He­gel Hı­ris­ti­yan­lık­ta ‘din’ kav­ra­mı­nın ta­mam­la­nı­şı­nı, son­lu ve son­suz veç­he­ler ara­sın­da­ki ye­ni­den-bi­ra­ra­ya-ge­li­şin (récon­ci­li­ati­on) ger­çek­leş­ti­ği­ni gö­rür. İsa hem son­suz­dan hem de son­lu­dan mü­rek­kep bir fi­gür ola­rak, Ge­ist’ın bö­lün­müş­lü­ğü­nün ev­ren­sel ta­rih için­de­ki uçu­rum­sal ka­rak­te­ri­ni, iki veç­he­nin aşıl­maz ve uz­laş­maz bir kar­şıt­lık için­de bu­lun­du­ğu ya­pı­yı yer­le bir eder. Tan­rı-İn­san ola­rak İsa be­den­li var­lı­ğı ile du­yu­sal te­kil be­lir­le­ni­mi için­de­ki son­lu­lu­ğa, onu son­suz­lu­ğa aça­rak de­ğe­ri­ni ve­rir. He­gel Hı­ris­ti­yan­lık için açım­lan­mış/vah­ye­dil­miş din (re­li­gi­on révélée) ifa­de­si­ni kul­la­na­cak­tır, zi­ra Hı­ris­ti­yan­lık­ta Tan­rı’nın tü­müy­le açım­lan­mış ol­du­ğu­nu dü­şü­nür. Bu açım­la­nış bö­lün­me­nin iki veç­he­si­nin ye­ni­den-bi­ra­ya-ge­li­şi­ni ifa­de eder.”
Er­tuğ­rul, He­gel’in Hı­ris­ti­yan Di­ni­nin Dev­let­le İliş­ki­si’ne na­sıl yak­laş­tı­ğı­nı ise şöy­le özet­le­di: “He­gel bir top­lu­mun di­ni ve dev­let ya­pı­sı ara­sın­da çok sı­kı bir iliş­ki bu­lun­du­ğu­nu, top­lu­mun di­ni yan­lış ise, dev­let ya­pı­sı­nın da yan­lış ola­ca­ğı­nı dü­şü­nü­yor­du. Di­nin dev­le­te dış­sal bir bi­çim­de ek­lem­len­di­ği dü­şün­ce­si­ne şid­det­le kar­şı çık­mış, di­nin dı­şa­rı­dan ge­len bir şey ol­ma­dı­ğı­nı, ak­si­ne bir hal­kın tüm va­ro­lu­şu­nun di­ne da­yan­dı­ğı­nı di­le ge­tir­miş­tir. Di­nin bi­rey­ler, halk­lar, dev­let­ler açı­sın­dan ya­rar­la­rı ol­du­ğu doğ­ru­dur. An­cak di­nin de­ğe­ri ve ge­rek­li­li­ği, sağ­la­dı­ğı fay­da­da aran­ma­ma­lı­dır. Fay­da­sı öl­çü­sün­de ge­rek­li ol­du­ğu dü­şü­nü­le­cek olur­sa, din ikin­cil bir şey ha­li­ne ge­ti­ril­miş ve fay­da­lı şey­ler ara­sın­da­ki muh­te­mel bir şey dü­ze­yi­ne in­dir­gen­miş ola­cak­tır. Oy­sa din bir araç de­ğil­dir. Öte yan­dan dün­ya­da­ki va­ro­lu­şun ge­çi­ci ol­du­ğu­nu ve dev­le­tin de bu va­ro­luş ala­nın­da yer al­dı­ğı­nı söy­ler. Onun ge­lip ge­çi­ci ka­rak­te­ri, rö­la­tif ve meş­ru kı­lın­ma­sı ge­re­ken dün­ya­sal­lı­ğı, onun an­cak mut­lak bir bi­çim­de meş­ru olan bir il­ke­ye sa­hip ol­ma­sı iti­ba­riy­le meş­rui­yet ka­za­na­bi­lir. İş­te dev­le­te meş­ru­iye­ti­ni ve­re­cek olan şey, He­gel na­za­rın­da an­cak ve an­cak onun ken­di­si­ni Tan­rı­sal özün ger­çek­li­ği ola­rak or­ta­ya koy­ma­sıy­la sağ­la­na­bi­le­cek­tir.”
He­gel, her be­lir­li dev­le­tin be­lir­li bir din­den çık­tı­ğı­nı, dev­let­le­rin kök­le­ri­ni din­de bul­du­ğu­nu ve din ya­pı­sı ile dev­let ya­pı­sı ara­sın­da or­ga­nik bir iliş­ki­nin bu­lun­du­ğu­nu ifa­de eder. Böy­le­ce, din-dev­let ara­sın­da kur­du­ğu iliş­ki­den ha­re­ket­le, Ati­na ve Ro­ma dev­let­le­ri­nin yal­nız­ca bu halk­la­ra öz­gü pa­ga­nik ko­şul­lar için­de var ol­du­ğu­nu ve Ka­to­lik dev­le­tin de Pro­tes­tan dev­let­ten baş­ka bir ru­hu ol­du­ğu­nu vur­gu­lar.
Er­tuğ­rul, ufuk açı­cı su­nu­mu­nu so­ru-ce­vap kıs­mın­da ka­tı­lım­cı­lar­dan ge­len so­ru­la­rı tar­tı­şa­rak ni­ha­ye­te er­dir­di.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.