MESNEVİ'den

Su­suz bi­ri­si­nin du­va­rın üs­tün­den ır­ma­ğa taş, to­paç at­ma­sı
 
Bir ır­mak kı­yı­sın­da yük­sek bir du­var var­dı. Du­va­rın üs­tün­de dert­li bir su­suz du­ru­yor­du. Su­ya eriş­me­si­ne o du­var ma­niy­di. Su­suz adam, ade­ta su için ba­lık gi­bi çır­pın­mak­tay­dı. Bir­den su­ya bir ker­piç par­ça­sı at­tı. Su­yun se­si bir göz gi­bi ku­la­ğı­na gel­di. O ses, tat­lı bir sev­gi­li­nin se­si gi­biy­di. O ses, ada­mı şa­rap gi­bi sar­hoş et­miş­ti. O mih­net­le­re düş­müş adam, su­yun te­miz se­sin­den hoş­la­nıp du­var­dan ker­piç ko­pa­ra­rak su­ya at­ma­ya baş­la­dı.
Su san­ki “Ey adam, ba­na böy­le taş at­ma­dan ne fay­da el­de edi­yor­sun ki?” di­ye ba­ğır­mak­tay­dı. Su­suz de­di ki: “Ey su, iki fay­da var. Onun için ben bu iş­ten el çek­mem. Bi­rin­ci fay­da şu: Su se­si­ni duy­mak, su­suz­la­ra re­bap din­le­mek gi­bi. Su se­si İs­ra­fil’in se­si­ne ben­zi­yor. Ölü bi­le bu ses­ten ha­yat bul­ma­da. Ya­hut bu ses, ba­har gün­le­rin­de­ki gök gü­rül­tü­sü se­si­ni an­dı­rı­yor. Bu ses yü­zün­den bağ­lar, bah­çe­ler ne ka­dar gü­zel­le­şir, çi­çek­ler­le do­lar. Ya­hut yok­su­la ze­kat za­ma­nı­nın gel­di­ği söy­len­miş, mah­pu­sa kur­tu­luş müj­de­si ve­ril­miş gi­bi… Mu­ham­med’e Ye­men’den ge­len ve ağız­sız söy­le­nen Rah­man ne­fe­si­ne. Ya­hut âsi­le­re şe­fa­a­te ge­len Ah­med’in, ya­hut da za­yıf Ya­kub’un ca­nı­na eri­şen gü­zel ve la­tif Yu­suf’un ko­ku­su­na ben­zi­yor. Öbür fay­da­sı da du­var­dan ko­pa­rıp ter­te­miz su­ya at­tı­ğım her taş, her ker­piç par­ça­sı, yük­sek du­va­rı bi­raz da­ha al­çal­tı­yor, her de­fa­sın­da du­var bi­raz da­ha in­miş olu­yor. Du­va­rın al­çal­ma­sı su­ya yak­laş­ma­ma se­bep ol­mak­ta. Du­va­rın or­ta­dan kalk­ma­sı vus­la­ta ça­re bul­mak­ta.”
Du­var­da­ki o taş­la­rı, ker­piç­le­ri ko­par­mak “Sec­de et de yak­laş” aye­tin­de­ki ya­kın­lı­ğı mu­cip olan sec­de­dir. Du­va­rın boy­nu yük­sek­ken bu baş in­dir­me­ğe ma­ni­dir. Bu top­rak be­den­den kur­tul­ma­dık­ça Âbı­ha­ya­ta sec­de ede­mem.
Du­var üs­tün­de­ki­ler­den en faz­la su­suz kim­se; ta­şı, to­pa­cı en ça­buk ko­pa­rıp atan da odur.
Su­yun se­si­ne en faz­la âşık olan, du­var­dan en bü­yük ta­şı ko­pa­rıp atar.
O adam, su­yun se­sin­den, ade­ta bo­ğa­zı­na ka­dar şa­ra­ba bat­mış­ça­sı­na ne­şe­le­nir. Ya­ban­cı ki­şi ise ker­pi­cin su­ya dü­şün­ce bluk di­ye çı­kar­dı­ğı ses­ten baş­ka bir şey duy­maz. Ne mut­lu o ki­şi­ye ki genç­lik ça­ğı­nı ga­ni­met bi­lir de bor­cu­nu öder.
Kud­ret­li ol­du­ğu gün­ler­de, sıh­hat­li, güç­lü, kuv­vet­li bu­lun­du­ğu za­man­lar­da bu işi ba­şa­rır. Çün­kü genç­lik ça­ğı, yem­ye­şil te­rü­ta­ze bir bah­çe gi­bi esir­ge­mek­si­zin mey­ve­ler ye­tiş­ti­rir. Genç ada­mın kuv­vet ve şeh­vet çeş­me­le­ri akıp du­rur. Be­de­nin ze­mi­ni­ni on­lar­la ye­şer­tir. Genç­lik; ma­mur, ta­va­nı ada­ma­kıl­lı yük­sek, dört du­va­rı sa­pa­sağ­lam bir eve ben­zer. Ne mut­lu o ki­şi­ye ki ih­ti­yar­lık gün­le­ri ge­lip çat­ma­dan, boy­nu­nu lif­ten ya­pıl­mış ip­le bağ­la­ma­dan.. Top­rak ço­rak­la­şıp ak­ma­dan, kay­ma­dan işi­ni ba­şar­mış­tır. Çün­kü ço­rak yer­den gü­zel ne­ba­tat as­la ye­tiş­mez. İh­ti­ya­rın gü­cü kuv­ve­ti ke­si­lir, şeh­vet su­yu ak­maz olur. Ken­di­sin­den de fay­da­lan­maz, baş­ka­la­rı­na da fay­da­sı do­kun­maz. Kaş­la­rı eyer kus­ku­nu aşa­ğı dü­şer, gö­zü ya­şa­rır, gör­mez olur. Yü­zü bu­ru­şur, ker­ten­ke­le sır­tı­na dö­ner. Söz söy­le­ye­mez, tat ala­maz olur. Diş­le­ri bir şey kes­mez bir ha­le ge­lir.
Gün ge­çip git­miş, ak­şam ça­ğı ge­lip çat­mış, leş gi­bi be­den to­pal­la­mak­ta, yol­sa uzun.. İş gö­rü­le­cek yer yı­kık, iş iş­ten geç­miş.. Kö­tü huy­la­rın kök­le­ri kuv­vet­len­miş, onu kö­kün­den sö­küp çı­kar­ma kuv­ve­ti de azal­mış!

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.