KAM SEMPOZYUMLAR

Medeniyetler ve Dünya Düzenleri Sempozyumu

12 Mayıs 2006 Cuma Salon: VEFA SALONU

 

Uluslararası “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” Sempozyumu 13 Mayıs Cumartesi günü Bilim ve Sanat Vakfı’nda devam etti. Beş ayrı salonda 18 oturumun yapıldığı sempozyumun ikinci gününde “medeniyetler” ve “dünya düzenleri” kavramlarını her yönüyle ele alan 70’e yakın tebliğ sunuldu. Hepsi de birbirinden değerli olan bu tebliğlerin bazıları şunlardı:
 
“Medeniyetler Çatışması ve/veya Diyalogu” başlıklı oturumda ilk olarak söz alan London School of Economics’ten Prof. Chris Brown “Uluslararası Toplum, Kültürel Çeşitlilik ve Medeniyetler Çatışması (veya Diyaloğu)” başlıklı tebliğinde, son yıllarda sadece akademik çalışmaları değil, siyaset yapımını da doğrudan etkileyen Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi üzerinden medeniyeti tartıştı. Medeniyetleri fail olarak almanın doğru olmayacağını, medeniyetlerin başlı başına temsil kabiliyetinin olmaması sebebiyle medeniyetler diyalogundan da, medeniyetler çatışmasından da bahsedilemeyeceğini vurguladı. Brown’a göre diyalog siyasi bir konudur ve aynı medeniyete mensup devletlerin bir kısmı bunu kabul ederken diğerleri kabul etmez; bu sebeple diyalog girişimleri medeniyetler arasında değil, diyalogu kabul eden devletler arasında gerçekleşir. Aslında diyalogun da, çatışmanın da hegemonun gücünü devam ettirmek üzere bazı şeylerin üzerini örtmesini sağladığının altını çizdi. Brown, bazı şeylerin değişebilmesi için, medeniyetler yerine bireyler / gruplar arasında gerçek bir diyalogun olmasını teklif etti. Batı’nın insan tabiatını gözden geçirmesi, Aydınlanma öncesine giderek klasik dönemdeki bazı ahlaki değerleri canlandırması; yine dine yönelik teorik saldırılardan vazgeçilmesi ve hoşgörünün öğrenilmesi gerektiğini vurguladı.
 
Bu oturumun ikinci konuşmacısı olan Innsbruck Üniversitesi’nden Prof. Hans Koechler “Bir Dünya Düzeni Aracı Olarak Medeniyet? Güçler Dengesinin Yokluğunda Medeniyet Paradigmasının Rolü” başlıklı tebliğinde, tıpkı Brown gibi, ulusal çıkar ve düzen gibi kavramların, birer örtü, ilan edilmeyen hedefleri, yani diğer medeniyetleri siyasi hegemonyası altına almayı meşrulaştırma stratejisi olduğunu vurguladı. 19. yüzyıla kadar dinin bu manada temel meşrulaştırma aracı olduğunun, ardından medenileştirme ve insani müdahale söylemlerinin gizli hedeflere ulaşma yolunda kullanıldığının, Soğuk Savaş’ın seküler ideolojik rekabetinin sona ermesiyle, özellikle de 21. asrın başında yaşanan paradigma değişimiyle tek kutuplu dünya düzeninin, Batılı değerlerin üstünlüğüne referansla idealize edildiğinin altını çizdi. Bireysel hareketler olan terör olaylarının bütün İslam dünyasına mal edildiğini, insani müdahale, gerçek İslam gibi –ki aslında İslam’ı Batılı Hıristiyan değerlerine uygun bir şekilde reforme etme projesidir- söylemlerle gerçek bir diyalogun olamayacağını belirtti. Koechler, medeniyetler diyalogu bir medeniyetin diğer bir medeniyeti baskı altına almasıdır; her medeniyetin kendi zatından olan değerleri vardır ve bunlar diğer medeniyetlerce absorbe edilemez; sadece medeniyetsel çoğulculuk adil bir dünya düzenini getirebilir sözleriyle konuşmasını tamamladı.
 
Oturumun son konuşmacısı olan Lahor Yönetim Üniversitesi’nden Dr. Amjad Vaheed’in “Medeniyetler Cemiyeti-Kültürel Çeşitliliğin Taşıyıcısı: İleri Safhalarda Medeniyetlere Dair Bir Araştırma” başlıklı tebliği ise oldukça ilginçti. Medeniyetler arası diyalogun, medeniyetler çatışmasını engellemek için yeterli olmadığının; dünyanın kültürel çeşitliliğinin ve her bir medeniyetin eşit değerde olduğunun kabul edilmesi temeline dayanan Medeniyetler Cemiyeti (League of Civilizations) gibi çok medeniyetli etkin bir kuruma ihtiyaç duyulduğunun altını çizdi. Medeniyetler çatışmasının gerçek nedeninin, dinler çatışması değil, değerler çatışması olduğu iddiasıyla Hint, Çin, Batı ve İslam medeniyetlerini dört katmanlı paradigma çerçevesinde inceledi. Buna göre, bu medeniyetlerin dayandıkları disiplinler, temel inançlar, bilinç şekilleri ve yüksek değerleri arasında birebir bağlar olduğunu ve yaşanan değerler krizinin birinin değerlerini diğerlerine empoze etmesinden kaynaklandığını belirterek, bu değerlerin bir arada var olmasını sağlamak ve böylece çok medeniyetli dünyayı ayakta tutmak üzere tüm medeniyetlerin temsil edileceği Medeniyetler Cemiyeti kurulması gerektiğini vurgulayarak konuşmasını tamamladı.
 
Sempozyumun “Güvenlik ve Dünya Düzeni” başlıklı oturumunun ilk konuşmacısı Leeds Üniversitesi’nden Prof. Bobby S. Sayyid idi. “Hilafeti Yeniden Çağırmak” başlıklı tebliğinde, 11 Eylül’ü, Batı ve diğerleri arasındaki bariyeri ortadan kaldıran bir olay olarak niteleyen Sayyid, ilginç bir şekilde bu olayın daha önce metropollerde görülmeyenleri metropollere taşıdığını ve bu temelde Avrupalı olan ile olmayan arasındaki sınırın ortadan kalktığını ifade etti. Fakat bu düzende Müslüman dünyanın temsil edilmediğini ve kurumsal bir dışlamaya maruz kaldığını, kendi siyasal kimliğini anlamlı bir şekilde sunma yeteneğinden mahrum olduğunu; bu bakımdan da hilafet fikrinin egemen bir anlatım oluşturmasının çok önemli olduğunu belirtti. Müslümanların temel sorununun kültürel veya medeniyetsel değil, siyasî manada zayıflıklarından kaynaklandığını vurguladı. Yermük ve Kadisiye savaşlarından bu yana dünyada Müslüman süper gücün olmadığı bir dönemin yaşanmadığının altını çizen Sayyid, günümüzde Müslüman bir süper gücün olmamasının sonuçlarını eleştirel bir gözle değerlendirdi. Müslümanların kurumsal manada temsil edilmesi gerektiğine, bu bağlamda da hilafetin önemine dikkat çekti.  
 
Ottawa Üniversitesi’nden Prof. Mark B. Salter  “Yeni Bir Medenileştirici Misyon: Post-Kolonyal Güvenlik İkilemi” başlıklı konuşmasında neden medeniyetler çatışması tezinin merkezî bir tartışma haline geldiği sorusuna cevap aradı. Bush’un medeniyeti üç meselede (terörle savaş, gey evlilikleri ve ötenazi) kullandığının altını çizen Salter, demokrasi götürmeyi medenileştirici bir misyon olarak gören ve kendisiyle birlikte hareket etmeyeni barbar diye niteleyen Bush’un bu kavramsallaştırmasının esasında medeniyetlerin değil, medeniyetle barbarlığın çatışmasına işaret ettiğini ve asıl amacının yeni bir Orta Doğu değil, ulusal çıkar olduğunu vurguladı. Bunun da diyalogu imkânsızlaştırdığını belirtti. Saldırmak diyalogdan, dışlamak içselleştirmekten daha kolay olduğu için dışlayıcı ve saldırıcı bir yöntemin tercih edildiğini, bunun da doğal olarak direnişe neden olduğunu belirterek, intihar eylemlerini bu manada kolonileştirme çabalarına karşı bir direniş yöntemi olarak niteledi. Her ne kadar bu eylemler doğru olmasa da, Batı’nın onlara kendilerini başka yöntemlerle ifade etme şansı tanımadığı sürece, şiddetin ve kendi vücutlarını kullanmalarının üretken ve anlamlı bir direniş yöntemi olarak kalacağını vurguladı.
 
“Yeni Dünya Düzeni ve Kitle İmha Silahları” başlıklı tebliği sunan Marmara Üniversitesi’den Doç. Gülden Ayman, neo-realist teorilere göre Soğuk Savaş’ın bitmesiyle dünyanın hem tek kutuplu hem de çok merkezli hale geldiğini belirtti. Amerikan dış politikasına açık karşıtlar ve potansiyel karşıtlar şeklinde iki karşıt grup sınıflandırması yapılabileceğini, bu çerçevede ABD’nin Irak Savaşı’nda ittifak desteği alamadığını ve kaosun artmasına sebep olduğunu ifade etti. İran’ın nükleer çalışmalarını buna örnek olarak veren Ayman, Irak operasyonunun dünya çapındaki ince çatlakları kapatmak için yapılırken bu çatlakların daha da büyümesine sebep olduğunu ve ABD karşıtlarını birbirine yaklaştırdığını vurguladı. Ayman, İran’ın geliştirdiği iddia edilen ve ciddi bir çatışma potansiyeli taşıyan nükleer silah kapasitesiyle ilgili diplomatik krize de değindi.
 
Leicester Üniversitesi’nden Dr. Gillian Youngs, “Terörle Savaş Çağında Feminist Uluslararası İlişkiler” başlıklı tebliğinde, uluslararası ilişkilerin teori ve pratiğinde kadınların seslerinin olmamasının birçok kalıcı probleme neden olduğunu, özne probleminin de bu meselenin merkezinde yer aldığını belirtti. “Kadınların özne oluşu veya olmayışı sadece bizim kendi hayatlarımızı ve kaderlerimizi şekillendirmekle kalmaz, ait olduğumuz daha geniş toplumu da şekillendirir.” diyen Youngs, ataerkil yaklaşımların savaşı daimi bir unsur olarak dayattığının, böylelikle neden olduğu insan maliyetinden uzaklaştırdığı ve bu şekilde savaşı meşru ve doğal hale getirdiğinin altını çizdi.
 
Sempozyumun diğer bir oturumu olan “Alternatif Dünya Düzeni Kavramsallaştırmaları”nda ilk olarak Holy Cross Üniversitesi’nden Prof. Joseph P. Lawrence söz aldı. Lawrence, “Dünya Hükümeti Olmaksızın Dünya Birliği: Felsefî Dinin Vaadi” başlıklı tebliğinde, Aydınlanma’nın bir ürünü olan insan bilimi ve teknolojisinin dinin yerine geçme çabasının artık inandırıcılığını kaybettiğini vurgulamasının ardından günümüz dünyasında yaşanan krizlere değindi. Kriz anındaki modernitenin, dünya birliğini şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde hızlandırabileceğini, bu noktada, dinin bir yenilenmeden geçmesi gerektiğini; ne var ki, modernitenin tümden ve geri dönülemez bir biçimde küresel bir dünya ufku açtığı için, dinin de kendisini fanatik ve irrasyonel temelinden kurtarması gerekeceğini belirtti.
 
İstanbul Üniversitesi’nden Doç. İhsan Fazlıoğlu “Üç Boyutlu Medeniyet Tasavvuruna Giriş: Medeniyetlerin Ayrıştırıcı İlkesi Olarak Theo-Ontoloji” başlıklı tebliğiyle oturumda ikinci konuşmayı yaptı. “Medeniyet” kavramının çok yeni bir kavram olduğunu belirterek başladığı konuşmasında, bu kavramın dört katmanı üzerinde açıklamalarda bulundu. Ardından “ilim” ve “cehalet” kavramları üzerinden medeniyetin metafizik temellendirmesini yaptı. İnsanın ana kaygısının evrende anlam arayışı, kendini anlama olduğunu, bunun da ilimden ve soru sormaktan geçtiğini vurguladı. Fazlıoğlu, Theo-onta-logos kavramlarını açıkladı: ilk-ilke (Tanrı) – var olanlar anlamında evren – insan. Bu çerçevede theo-ontolojinin, insanın bilme eylemi ile (ilim) Kâinat’ı Âlem’e dönüştürmesi; Kâinat’a suret ve mana vermesi olduğunu belirtti. Buradan yola çıkarak, yalnızca medeniyetlerin değil, kültürlerin bile sahip oldukları theo-ontolojiler açısından farklılaştıklarını ortaya koydu.
 
Bu oturumun son konuşmacısı Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Doç. Nuri Yurdusev idi. Yurdusev, “Medeniyet mi, Medeniyetler mi?” başlıklı tebliğinde medeniyeti geniş ölçekli bir aidiyet birimi olarak tanımlayarak, bu kavramın doğuşu, özellikle de zaman zaman uzlaşmaz olarak anlaşılan tekil ve çoğul kullanımları üzerinde durdu. Medeniyet/ler kavramı ile ilgili problemleri, ulus kavramıyla karşılaştırdı. Barbarın antitezi olarak sunulan “medeniyet”in değer yüklü anlamı devam ettiği sürece “medeniyetler” diyalogundan bahsetmenin mümkün olmadığının altını çizdi. “Medeniyet” ve “medeniyetler”in bizatihi uzlaşmaz olarak alınamayacağını, bilakis birbirleriyle ilişkili olduklarını ve dolayısıyla da çoğul medeniyetler arasında barış içinde birlikteliğin mümkün olduğunu savunarak tebliğini tamamladı.
 
Sempozyuma katılamayan, ancak tebliğ metni okunan Kuzey Kalorina Üniversitesi’nden Dr. Cemil Aydın’ın “Avrupa-Merkezli Dünya Düzeninin Yön Değiştirmesi (1839–1945): Asyalı Medeniyet Söylemlerinin Sömürgesizleştirici Etkisi” başlıklı tebliğinde ise, Batılı olmayan entelektüellerin, aslen Avrupa kaynaklı kavramları, Avrupalıların beklemedikleri bir şekilde sömürge olmaktan kurtulmak için yeniden tetkik ederek kullanmaları ve Asya’daki medeniyet canlanması ve uyanışı vurgusu öne çıktı.
 
Sempozyumun diğer bir oturumu olan “Kimlik, Değer ve Dünya Düzeni”nde ilk olarak Aarhus Üniversitesi’nden Prof. Georg Sorensen konuştu. “Liberal Karikatürler: Liberal Dünya Düzeninin Yarışan Değerleri” başlıklı tebliğinde Sorensen, Soğuk Savaş’tan zaferle çıkan liberal değerlerin iç çelişkilerini ortaya koydu. Liberal değerlerin birbirleriyle yarışan değerler olduğu ve liberalizmin istikrarlı bir dünya düzeni kurma konusunda entelektüel bir kriz içinde bulunduğunun, hatta liberalizmin liberaller için dahi problemli olduğunun altını çizdi. Sorensen, kendi içinde bir ikilem olan negatif ve pozitif liberal değerler üzerinde durdu ve liberalizmi karikatür krizi üzerinden inceledi. Her türlü liberal çığırtkanlığın ardında aslında her zaman milli çıkarlar olduğunu vurguladığı konuşmasında liberal ideolojiyi sorguladı. En önde gelen liberal değerlerden demokratikleşmenin dahili bir süreç olduğunu, dış güçlerin sadece bunu kolaylaştırıcı bir rol oynayabileceğini belirttikten sonra, “demokratikleşme öğretilmez, öğrenilir” dedi.
 
Yakın Doğu Üniversitesi’nden Prof. Jouni Suistola ise “Psikopolitik Teori ve Medeniyetler Çatışması Sorunu” başlıklı tebliğinde medeniyetler çatışmasını psikopolitik teori üzerinden ele alarak, bu teorinin etnik çatışmalara ilişkin ana kavramlarının medeniyetler seviyesinde de uygulanabilir olduğunu ortaya koydu. “Kimlik” üzerine vurgu yapan Suistola, kimliğe yönelik herhangi bir tehdit olması durumunda, kimliğin farkına varılarak savunmaya geçildiğini, yani insanları bir araya getirenin ortak düşmana duyulan ihtiyaç olduğunu belirterek, karikatür krizinin buna iyi bir örnek olduğunu ortaya koydu. Özellikle 11 Eylül sonrası “İslam vs. Batı”, “teröre karşı savaş” gibi söylemlerle kimliklerin iyice ayrıştırıldığının, bazı İslam ülkelerinin işgal altında olmalarının da bunu pekiştirdiğini ifade etti.
 
Lübnan Amerikan Üniversitesi’nden Prof. Richard K. Khuri ise, “Sürdürülebilir Küresel Bir ‘Dünya Düzeni’ne Doğru: Dinî Çoğulculuk ve Hoşgörü Felsefesine Dair Bir Taslak” başlıklı konuşmasında dini çoğulculuk ve hoşgörünün dönüm noktalarından birisinin, kavramsal yaklaşımları bambaşka olan üç İbrahimî inanç ile Asya’nın diğer büyük dini geleneklerinin yüzleşmesi olduğunu vurguladı. İbrahimî dinlerin değişime direnen oldukça katı yapısına karşı, eski Asya dinlerindeki kavramsal açıklık ve esneklik üzerinde durdu. Asya dinlerine benzer bir şekilde, Sufizmin etkili olduğu İran, Orta Asya ve Türkiye’de de benzer bir zenginliğin bulunduğu, bu sebeple bu bölgelerin gerçek çoğulculuğun üç örneği olduğunu vurguladı. Khuri, Müslümanların problemlerinde kendilerinin de payı olduğundan hiç bahsedilmediğine, özeleştiri yaparak kendilerinden kaynaklanan problemleri ortaya koymaları gerektiğine de dikkat çekti.
 
Genellikle kadın konusunda yaptığı çalışmalarıyla tanınan araştırmacı-yazar Nazife Şişman, “Küresel Dünya Düzeninde Kültürel Çatışmalar: Kimlikler, Sınırlar ve Anlam Taşıyıcılar” başlıklı tebliğinde, siyasal mücadelenin nasıl kültür üzerinden, özellikle de kadın ve cinsiyet üzerinden ifade edildiğini, kültürlerin birbirlerini anlamalarında bu konunun öne çıktığını vurguladı. Mevcut küresel düzenin bir norm belirleyip sınırları çizdiği ve Batı’nın hayat tarzının nesnel ve ampirik olarak sunulup diğerlerinin bunun üzerinden tanımlandığına; ancak bununla gerçeklerin üzerinin örtüldüğüne dikkatleri çekti. Çizilen bu sınırları ve yapılan tanımları siyasî olarak nitelendiren Şişman, “ezilmiş Müslüman kadın” söyleminin Müslüman kadının İslam içinden, daha doğru bir tabirle İslam’dan özgürleştirilmesi amacını taşıdığını vurguladı. “İslam kadın için ezicidir, bunun en bariz göstergesi de örtüdür” anlatısının İslam ülkelerinin sömürgeleştirilmesi ile birebir bağlantısı olduğunun da altını çizdi.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.