- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 79 Year: 2012
- Osmanlı’dan Günümüze Ayasofya Görünümleri
Osmanlı’dan Günümüze Ayasofya Görünümleri
Hasan Fırat Diker
10 Mayıs 2012
Değerlendirme: Gülnur Küçükaladağlı
Ayasofya, Bizans döneminde kilise olarak inşa edilmiş ve İstanbul’un fethinden sonra da camiye dönüştürülmüştür. Yaklaşık 1500 yıllık bu âbidevî eserin, günümüzde, son 160 yıllık görünümüyle algılanması, onun önceki görünümünü anlamaya engel teşkil etmektedir. Oysa Ayasofya, inşasından günümüze kadar pek çok kez yapısal ve işlevsel dönüşümler geçirmiştir. Yapının bilenen en eski renginin beyaz olması, 18. yüzyıla kadar bir çan kulesinin bulunması, ilk minarelerinden birinin ahşap olması, kubbesinin farklı dönemlerde üç kez çökmesi bu dönüşümlerin temel bazı örneklerini oluşturmaktadır.
Bu bağlamda Ayasofya’nın geçirdiği tüm bu dönüşümleri Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Kırkambar Sohbet programı kapsamında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Hasan Fırat Diker ile konuştuk. Diker, “Osmanlı’dan Günümüze Ayasofya Görünümleri” başlığını taşıyan sunumunda, yüzyıllar boyunca gerçekleştirilen değişim ve dönüşümleri, Ayasofya görünümlerine dair görsel veriler ve belgeler ışığında Ayasofya’nın Fossati onarımlarının (1847-1851) öncesi ve sonrasıyla mukayese ederek ele aldı.
Diker, sunuma ilk olarak Ayasofya’nın 160 yıl önce gerçekleşen Fossati onarımlarının öncesinde yapılan iki önemli dönüşümü anlatarak başladı. Bu iki önemli dönüşümden ilkinin Ayasofya’nın, inşasından yaklaşık yedi asır sonra Latin işgali esnasında (1204-1261) Katolik katedraline dönüştürülmesi; ikicisinin de 1453 yılında Fetih ile beraber camiyeçevrilmesi ile gerçekleştiğini vurguladı.
Görsel verilerden çıkarımlarda bulunan Diker, yapı hakkında pek çok bilinmeyeni dinleyicilerle paylaştı. Buna göre, görsel verilerdeki varlığına 1681 tarihli Grelot’unun ve 1709 tarihli Banduri gravürlerinde rastlanan ve Latin işgali sırasında yapıldığı düşünülen batı (narteks) cephesindeki payandalardan ortadaki ikisi üzerine inşa edilen çan kulesinden bahsetti. Diker bu kulenin yapının camiye dönüştürülmesinden sonra da muhafaza edildiğini ancak I. Mahmut zamanına tekabül eden bir dönemde kaldırıldığını söyledi.
Fatih Sultan Mehmet’in, fetihten sonra batı yarım kubbenin sağına yaptırmış olduğu bir ahşap minarenin varlığına da değinen Diker, bu minarenin Mimar Sinan’ın yaptığı (1573-1574) kuzeybatı ve güneybatı köşelerindeki çifte minarelerin inşası sırasında yıkıldığını belirtti. Mimar Sinan’ın yaptığı minarelerdeki değişimlere de değinen Diker, minarelerin külahları altındaki girland rölyeflerinden oluşan bezemelerin, 1950-1955 yılları arasında yok edilerek çini panolara dönüştürüldüğünü belirtti.
Hasan Fırat Diker, yaygın olarak bilinenin aksine Ayasofya’nın ana kubbesinin 1500 yıllık orijinal kubbe olmadığını, tarih boyunca altıncı, onuncu ve on dördüncü yüzyıllarda olmak üzere üç defa çöktüğünü vurguladı. Bizans’ın gücündeki dönüşüme paralel olarak, kubbenin onarımlarındaki estetik, sanat, işçilik ve malzeme kullanımlarının da değişim gösterdiğini bu üç döneme ait mozaik resimlerini karşılaştırarak açıkladı.
Fossati’nin yapıda gerçekleştirdiği kritik değişimlerden birinin, 1353 onarımı ile ana kubbeye dört yönden, kubbenin burulmasını engellemeleri maksadıyla inşa edildiği düşünülen uçan payandaların kaldırılması olduğunu belirtti. Diker, bu değişimin bugünkü İstanbul siluetinin bozulması tartışmalarının bir benzeri sayılabileceğini ve Ayasofya’nın koruyucusu olan uçan payandaların ortadan kalkması ile 500 yıllık İstanbul siluetinin büyük bir değişim yaşadığını iddia etti.
Diker’in bir diğer iddiası ise güneydoğu ve kuzeydoğu pandantiflerindeki yüzleri açık olan melek figürleri ile ilgiliydi. Yine bilinenin aksine melek figürlerinin yüzlerinin Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden Fossati onarımlarına kadar hiç kapatılmadığını belirtti. Melek figürlerinin yüzlerini kapatan metal maskelerde üç boyutlu olarak Fossati onarımlarının adeta karakteristik sembolü haline gelmiş Jüstinyenik sekiz uçlu yıldız motifinin kullanıldığının altını çizdi. 2009 yılındaki restorasyonda kuzeydoğu pandantifinde yer alan ve Fossati’nin kapattığı melek yüzü figürünün ortaya çıkarıldığını da söyledi.
Diker, Fossati’nin restorasyon sırasında yarım kubbe bezemelerini kendi estetik anlayışı doğrultusunda güncellerken, doğu yarım kubbedeki eşkenar yamuk çerçeveli büyük yazıyı da yok ettiğini ve yok edilen bu istifte, Nûr sûresinin 35. ayetinin ilk cümleleri ile son cümlesi hariç tamamının yazılı olduğunun görsel verilerden hareketle tespit edildiğini vurguladı.
Hasan Fırat Diker ayrıca Fossati onarımlarıyla birlikte uygulanmaya başlanan mozaiklerin kayıp yüzeylerin mozaik taklidi kalem işi ile tümlenmesi işinin bugüne kadar bütün onarımlarda kullanıldığının altını çizerek, ana kubbenin toplamda yaklaşık 1900 m2 olan yüzey bezemesinin yaklaşık 900 m2sinin 1847’den günümüze bu yöntemle tümlendiğini ve böyle devam etmesi durumunda mevcut orijinal mozaik tezyinatının yok olması tehlikesiyle karşı karşıya kalınacağını ifade etti. Aynı zamanda mozaik bezemelerin dönemsel özelliklerini de görsel verilerle dinleyicilerle paylaştı.
Fossati’nin ardında Ayasofya’nın yapısında köklü değişikliklere yol açan tüm bu müdahalelerinin nedenini açıklayan herhangi bir belge bırakmadığının da altını çizen Diker yine görsel veriler ışığında Ayasofya’nın dış görünümündeki değişimleri de sıraladı. Fossati onarımından önce beyaz görünümlü olduğu anlaşılan Ayasofya’nın onarım sonrası sarı-turuncu şeritler halinde boyandığını, 20. yüzyıl başlarında sarıya ve son olarak 1986’daki onarımlarda da zihinlerimizde yer edinen bugünkü gülkurusu pembe rengine boyandığını dile getirdi.
Görsel veriler ve dinleyicilerden gelen soruların cevaplarıyla sunumunu tamamlayan Diker, Ayasofya’nın kilise olarak inşa edilip kullanıldığı Bizans evreleri kadar, camileştirilerek varlığını sürdürdüğü Osmanlı dönemlerinin de gereken ilgiyi görmesinin ve titizlikle irdelenmesinin lüzumuna değindi. Nitekim Diker’e göre, Ayasofya’nın bugün halen antik hatıraları ve izleri saptanabiliyorsa, bunu mabed kimliği yadsınmadan işlevlendirilmesine borçluyuz.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO