- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 79 Year: 2012
- Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası
Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası
Besim F. Dellaloğlu
22 Haziran 2012
Değerlendirme: Neslihan Demirci
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu topraklarda “kendi cümlelerini kurmuş” az sayıdaki yazarlardan biri. Hiçbir ‘taraf’ın tam anlamıyla mensubu olamamış ve bunun karşılığını kendi ifadesiyle “sükût suikastı”yla almıştır. Günlüklerinde “maruz müşahid” olduğundan dem vuruyor, sempatilerinden, feda edemeyeceklerinden bahsediyor. Sağa karşı inkılapları, sola karşı ise Allah inancını savunacağını dile getiriyor. Sonuç, alışıldık cinsten: Her kesimden dışlanma, yalnızlık.
Besim Dellaloğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası/Bir Tanpınar Fetişizmibaşlıklı kitabıyla Kırkambar Kitap’ın haziran ayı konuğuydu. Yazarınkitabındaki temel tezi, Türkiye’nin modernleşme hikayesiyle Tanpınar’ın yaşadığı toplum adına kendine dert edindiği meselelerin paralelliğine dayanıyor. Yazarın önermesi şu: Tanpınar’ı anladığımızda Türkiye’nin modernleşme meselesinde mesafe kat edeceğiz ya da tersinden okursak, kendimizle barışmaya başladığımız oranda Tanpınar gibi yazarları anlamaya da bir adım yaklaşacağız.
Dellaloğlu’na göre ilkin modernlikle modernleşme arasındaki farkı ortaya koymak gerek: Modernlik, Batı toplumlarının feodaliteden kapitalizme geçerken, bir anlamda, girdikleri dönemeçte beliren gündelik ihtiyaçlarının siyasete tercümesi. Modern toplumlar dönüşürken önlerinde bir modelden yola çıkmıyorlar, sebeplerin gerektirdiği bir sürece kendiliğinden giriyorlar ve bu dönüşümün adını modernlik koyuyorlar. Modernleşmeise Batı’yı model alan toplumlarda tepeden inen/dayatmacı bir üslupla uygulanan bir proje. Sadece Türkiye’de değil, Japonya’da ve Rusya’da da benzer süreçler yaşanıyor. Bir topluma dayatılan yenilik de olsa, o toplum buna kaçınılmaz bir tepki veriyor; baskı arttıkça tepkisellik de artıyor. İnsanımızın da Tanpınar’ın da sancısı buradan kaynaklanıyor.
Aslında modernlik, gelenek, muhafazakârlık gibi kavramların her biri uzun uzun incelenmeyi hak ediyor. Bu anlamda söyleşi sırasında zihin açıcı bir tartışma ortamı yaşandığını söylemek mümkün. Sözgelimi muhafazakârlıkdeyince Batı’da anlaşılanla bizde anlaşılan aynı değil; çünkü dinamikleri farklı, her ne kadar bu kavramla homojen bir topluluktan söz edilemese de, bu kesimi ortaya çıkaran etkenler farklı. Bunlar bir yana, kabaca toplumu kalın çizgilerle ayıran iki görüşün, Batı’ya, devrimlere, ilerlemeye yakın duran kesimi; gelenekle ilişkiyi kesmenin, modernliğin ilk şartı olduğunu düşünüyor ve muhafazakâr kesimin “gerici” olduğunu vehmediyor. Mesela dindarlıkla modernlik, Batı toplumlarında çelişmez, modernleşme toplumlarında çelişir. Meselenin paradoksal tarafı, bugün bu iki kutup arasındaki bütün gerilimlerde olumlu anlamıyla en modern duruşu bu hor görülen dindar/muhafazakâr kesimin sergilemesi. Dellaloğlu’nun büyük harflerle vurgulamaya çalıştığı hususlardan biri de bu: Sanılanın aksine Batı modernliği, geçmişle, gelecekle, hafızayla kopuk değil; devamlı, süregelen bir ilişki halindedir. Hiçbir modern toplum bu dönüşüm sırasında takvimini veya alfabesini söke söke değiştirmek gibi travmalara tabi tutulmuyor.
Dellaloğlu; Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma gibi tarihi gelişmelerin de bizim Batıcı entelektüellerimiz tarafından yanlış yorumlandığını söylüyor. Türkiye’deki modern zihniyete göre Rönesans, gerici bir faaliyet, bir tür “çöp toplayıcılık”tır. Halbuki Batı, bin yıl unuttuklarını derin hafızasından yüzeye çıkarmakta, olduğu gibi geriye dönerek değil, bir sentezle “geçmişten kendilik devşirmekte”dir. Bu anlamda Rönesans, bir toplumun aydınlarının “Nerede hata yaptık?” bilincidir. Reform hareketleri ve Aydınlanma’yı da aynı şekilde yorumlayan yazara göre, aydınımızın hatası, Aydınlanma fikrinin bizzat ruhuna aykırı olarak bu süreçleri zamanda dondurması, hatta dogma haline getirmesidir. Kant’ın aydınlanması ise bir tavırdır, ethostur. Aslında tek bir Rönesans, Reform, Aydınlanma yoktur; her toplumun farklı zamanlarda, farklı ihtiyaç anlarında yaşayacağı kendi ‘aydınlanma’ları olmalıdır. İşte Tanpınar da Batı modernliğinin bu üçlü sac ayak üzerine oturduğunun farkında olarak bir rönesans/reform/aydınlanma arayışındadır.
Batı modernliğinin kendisini inşa biçimiyle bu topraklarda kendisini Batıcı görenlerin bunu algılayışı arasındaki uçurum, karşı uçta yer alan muhafazakârlarla ilginç bir biçimde benzeşiyor. Yazara göre iki kesimin belki de tek ortaklığı, farklı saiklerle de olsa modernliğe karşı ortaya koydukları tepkidir.
Tanpınar, CHP milletvekili olmasına rağmen tipik bir Kemalist, Batıcı modernleşmeci değil; kültürel kodlara verdiği değere rağmen geleneksel bir muhafazakâr da değil; çünkü modernliği ilericilik/gericilik olarak algılamıyor. Modernleşmeden anladığı, Batılı entelektüelin zihniyetiyle örtüşüyor; modernleşmenin içeriğini değil, üslubunu önemsiyor; şapka, takvim, alfabe gibi şeklî sonuçlara değil, zihinsel tarafına kafa yoruyor. Bu anlamda Batıcı değil, Batılıdır. Halis bir tecrübe arayışında olan Tanpınar, bu toprakların değerleriyle, geçmişiyle, hafızasıyla gerçekleştirilecek bir dönüşümün sancısını çekiyor; her özgün kalem gibi yalnız bırakılıyor. Yakın geçmişe kadar ise ülke cephelere bölündükçe bu bölünmeden nasibini alıyor, Dellaloğlu’nun tabiriyle Tanpınar’ı bir kesim dışlarken diğeri mülk ediniyor. BatıcılarHuzur’da İhsan, Dede Efendi dinliyor diye bu klasik eseri yok sayıyorlar; muhafazakârlar ise aynı sebepten Huzur’u okuyorlarsa bu; her iki taraf için de aynı derecede anlamsız bir tavırdır. Bir yazarın okunup okunmayacağının, o yazarın kitabının yayınlandığı yayınevi üzerinden belirlenmesi de, birey olamadığımızı gösterir. Bu, her okurun kendi yazarını keşfetme özgürlüğünün bulunmadığı bir yerde duruyoruz demektir.
Bu türden verimli söyleşi ortamlarının ve karşıdakini ötekileştirmeden anlamaya çalışan kitapların çoğalması, temennimiz; ancak şerh düşerek: Bu toplumdaki farklı cenahları analiz ederken fazla genelleyici bir kategorizasyona düşme riski her zaman var. Sözgelimi her dindar kendini muhafazakâr olarak tanımlamayabilir. Bütün bu karamsar tablonun son on yılda aşılmaya başlandığı ise elbette yüreklere su serpen bir gerçek. Kavramlara, ideolojilere, sanata ve edebiyata yaklaşımımız; etiketlendiğimiz, hapsedildiğimiz sınıfları aşarak, çok farklı mecralardan beslenerek şekilleniyor. “Üç kuşak üst üste okuduğumuz kitabımız yok” diyerek klasiğimiz bulunmadığına hayıflanan Tanpınar ve onun gibi ideolojik söylemi aşmış yazarların ürünleri artık bizim ‘klasik’lerimiz olmaya başladılar. Acaba Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Peyami Safa gibi ‘arada kalmış’ yazarların ‘taraf’ından çok ‘sanat’ının konuşulacağı günlere ulaşılmasını hayal etmek için çok mu erken?
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO