Vefa Semti Sempozyumu: Cumartesi

7 Kasım 2006 Salı

Sempozyumun ikinci gününde yapılan sekiz oturumda sunulan tebliğlerin yanı sıra Vefa’da ikamet eden katılımcıların katkılarıyla düzenlediğimiz “Hafızalarda Vefa” panelinde anlatılanları sizinle paylaşalım:
 
“Bizans Dönemi’nde Vefa Semti” oturumunda üç tebliğ sunuldu:
Arkeolog-Araştırmacı Murat Sav Bizans’ın Tarihi Topografyasında Vefa başlıklı tebliğinde şunları söyledi: “İstanbul’da ilk yerleşmeler pre-historik döneme kadar gitmektedir. MÖ. 7. yüzyılda Sarayburnu sırtlarında küçük yerleşmeler halinde kurulmuş olan şehir, Sarayburnu’ndan Bayezid ve Çemberlitaş’a kadar olan bölgeden ibaretti. Nüfusun artmasıyla şehrin giderek genişlemesi üzerine, İmparator Büyük Constantinos döneminde şehri çevreleyen surlara ilave olarak yeni surlar yapılmış, Vefa semtinin de bu dönemden sonra önem kazanmıştır. Bizans döneminde önemli kişiler için yapılmış olan yapılar Vefa’ya yakın yerlerde bulunmaktaydı. Philadelphia Meydanı’nın Vefa-Saraçhane civarında olabileceği tahmin edilmektedir. Theodoros Manastırı da Vefa çevresindedir. Bu bilgilerden hareketle, Vefa semtinin 6-7. yüzyıllarda önemli bir yerleşim merkezi olduğu kabul edilebilir.” Sav tebliğinin sonunda, Roma döneminde semti gösteren harita ve gravürler ile Vefa çevresinde yapılan kazılarda ortaya çıkan bu döneme ait yapı ve lahitleri gösterdi.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nden Yrd. Doç. Haluk Çetinkaya, İstanbul’un fethinin ardından camiye çevrilen kiliselerden biri olan Vefa Kilise Camii (Bizans Dönemi)’ne ilişkin şunları söyledi: “Bu yapının en az iki yapım aşaması olduğu tahmin ediliyor. Yapının ne tür değişiklikler geçirdiği ile ilgili farklı görüşler mevcut. Kuzey-güney taraflarından genişlemeye müsait bir özelliği olan yapı, 9-10. yüzyıllara ait Bizans eserlerinin özelliklerini taşıyor. Bahçesinde Bizans hizmetine girmiş bir Alman kralına ait (6. yüzyıl) bir mezar taşı bulunuyor. Duvara gömülü üç çanak ise, Osmanlı döneminde, tahminen 16. yüzyılda eklenmiş olup başka bir benzeri de bulunmamaktadır.” Semavi Eyice’nin yapının ilk olarak 10-11. yüzyılda yapıldığı, daha sonra ise 14. yüzyılda yapıya bazı ilavelerde bulunulduğu yönündeki değerli katkısıyla Çetinkaya’nın tebliği sona erdi.
İTÜ Mimarlık’ta doktora adayı olan Ozan Öztepe Molla Gürani (Vefa Kilise) Camii’nin Tarihi, Günümüzdeki Durumu ve Koruma Sorunları başlıklı tebliğinde şunları vurguladı: “Merkeze yakın olan semtte soylular oturmaktaydı. Fetihten sonra, semtin en önemli yapılarından biri olan kilise 1471 yılında camiye çevrilmiş ve kapı yönü kıble istikametinde değiştirilmiştir. Yapıya eklenen minare, Türklerin Orta Asya’dan beri kullandıkları bazı mimari izler taşımaktadır. Cumhuriyet döneminde yapılan restorasyon çalışmalarıyla, Roma ve Bizans dönemine ait izler gün yüzüne çıkarılmıştır. Deprem ve yangınlar, semtin tarihî dokusunu yok edecek derecede büyük tahribatlara yol açmıştır. Ayrıca eğitim yetersizliği, ekonomik imkansızlıklar, izinsiz yapılaşma ve yanlış inançların sebep olduğu duyarsızlık; hatalı restorasyon ve onarım çalışmaları sonucunda meydana gelen tahribatlar ve son olarak da aldığı iç ve dış göçler neticesinde semt günden güne tarihî dokusunu kaybetmiştir. Semtin tarihî dokusunun korunması ve canlandırılması için semt sakinlerinin bu yönde bilinçlendirilmesi ve sivil toplum örgütlerinin çabalarını artırmaları gerekmektedir.”
 
“Şeyh Vefa ve Mirası” oturumunda dört tebliğ sunuldu.
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Reşat Öngören, döneminin tasavvufi hayatına saray ve halk düzeyinde yön veren bir âlim-mutasavvıf şahsiyet olan Şeyh Vefa’nın Tarihi ve Tasavvufi Kişiliğine vurgu yaptığı konuşmasında şunları söyledi: “Tasavvufla gündelik hayatın birbirinden ayrı düşünülmediği Osmanlı toplumunda Şeyh Vefa’nın tarihini ve tasavvufi kişiliğini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Konya’da dünyaya gelen Şeyh Vefa, Edirne’de zahiri ve batini ilimleri tahsil eder. Üst düzeyde Arapça, Farsça ve Türkçe bilgisine sahip olan Vefa Hazretleri üç dilde de tasavvufi şiirler kaleme alır. Zeyniyye şeyhi Abdüllatif el-Kutsi’ye intisap ederek Meram’da faaliyet gösterir. Fatih döneminde İstanbul’a gelir ve halen adıyla anılmakta olan tekkesi padişah tarafından bizzat yaptırılır. Fatih’le olan bu muhabbeti dönemin siyasi şartları sebebiyle II. Bayezid zamanında görülmez. Sühreverdi tarikatının bir kolu olan Zeyniyye’ye bağlı bulunan Şeyh Vefa, Zeyniyye-Vefaiyye kolunun da kurucusudur. II. Bayezid’in tahta geçmesinden sonra Halvetiye ve Bayramiyye tarikatları ön plana çıkarken Zeyniyye tarikatı biraz geri planda kalır.” 
Oturumun diğer bir tebliğcisi Dr. Yavuz Bayram, Şeyh Vefa’nın Manzum Eserlerinde Bulunmayan Türkçe Şiirler başlıklı tebliğinde Arapça, Türkçe ve Farsçaya vâkıf olan Şeyh Vefa’nın Saz-ı İrfan ve Makam-ı Sülük dışında kaleme aldığı Türkçe şiirlerinin pek bilinmediğini söyledi. Dokuz farklı mecmuada dağınık halde bulunan Türkçe şiirlerinin latinize edilmiş metinlerini, şekil ve muhteva özellikleri açısından dinleyicilerle paylaştı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Doç. Mustafa Çiçekler, Şeyh Vefa’nın Farsça Şiirleri başlıklı tebliğinde Osmanlı’da Farsçanın son derece yaygın bir dil olduğuna dikkatleri çekerek, bunu Selçuklu mirasına ve İmparatorluğun kuşatıcı niteliğine bağladı. Şiirlerinin büyük bir çoğunluğunu (1500 beyit civarında) Farsça yazmasını, bu dile olan vukufiyetine ve Mevlana’dan gelen kültüre dayandırmak gerektiğini söyleyen Çiçekler, daha çok aşk-ı ilahiyi konu alan Farsça şiirlerinden çeşitli örnekleri dinleyicilerle paylaştı.
Şeyh Vefa’nın Arapça Manzumeleri başlığıyla Gazi Üniversitesi’nden Doç. Nurettin Ceviz oturumun son tebliğini sundu. “Osmanlı medrese geleneğinde Farsça ve Arapça öğrenilmesi gereken iki dildir. Şeyh Vefa bir süre Mısır’da bulunmuş olsa da Arapçayı Osmanlı topraklarında öğrendiğinde şüphe yoktur. Risale-i Manzume-i Şeyh Vefa adlı eserinin ilk on altı varağında Arapça şiirleri yer almaktadır. Dil ve üslûp seviyesi oldukça yüksek şiirler kaleme almış, Türk edebiyatına mahsus edebi tarzları başarıyla Arapça şiirlere uygulamıştır. Edebi sanatları, rumuz ve sembolleri yoğun bir şekilde kullanan Şeyh Vefa’nın astronomiye dair şiirleri de bulunmaktadır. Tasavvuf ve vahdet-i vücut ele aldığı başlıca konulardır” diyen Ceviz, Şeyh Vefa’nın şiirlerinden küçük örneklerle tebliğine son verdi.
 
“Şeyh Vefa’nın Çevresi” oturumunda dört tebliğ sunuldu:
Uludağ Üniversitesi Tasavvuf Tarihi Bölümü’nden Dr. Abdürrezzak Tek, Şeyh Vefa’yı Yetiştiren Mürşid: Abdüllatif Kudsî hakkında bilgiler verdi: “1384’te Kudüs’te doğan Kudsî’nin soyu baba tarafından Hazrec’e, anne tarafından ise Hz. Peygamber’e ulaşır. Şeyh Hâfî’ye intisab ederek Horasan’a giden ve bir süre sonra icazet alan Kudsî, bir süre sonra Anadolu’ya gitmiştir. Burada pek çok kimsenin kendisine yakınlık duyduğu Kudsî’nin muhibleri arasında Molla Fenari de bulunmaktadır. Üç yıl sonra memleketine dönen, ardından Kahire’ye ve Şam’a giden Kudsî, Şam’da aradığı ortamı bulamayarak 1448’de Konya’ya gelmiştir. Burada irşad faaliyetlerine başlayan Abdüllatif Kudsî, Şeyh Vefa ile Taceddin İbrahim Karamânî’ye icazet vermiştir. Şeyh Vefa, mürşidinin bazı eserlerini istinsah ederek bu eserlerin günümüze ulaşmasını sağlamıştır. 1451’de ilahi bir işaretle Bursa’ya gelen Abdüllatif Kudsî, bir yıl sonra vefat etmiş ve vazife yapmakta olduğu mahalleye defnedilmiştir. Türbesi önemli bir ziyaretgâhtır.”
Edebî Bir Muhit Olarak Vefa Tekkesi başlıklı tebliğinde Amasya İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Avni Erdemir, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra İstanbul’u ilim ve kültür merkezi haline getirmek üzere pek çok önemli ilim adamını şehre davet ettiğini, Vefa Dergâhı’nın da döneminin önemli ilim çevrelerinden biri haline geldiğini vurguladı: “Şeyh Vefa’nın çevresine baktığımız zaman bir kısmı müntesib, bir kısmı ise muhib olan çok sayıda önemli kişilerin bulunduğunu görüyoruz. Şeyh Vefa’nın halifesi Abdullatif Efendi, ziyaret ettiği ender kişilerden biri olan Molla Hüsrev, Karamanlı Mehmed Paşa, Sinan Paşa, Molla Lütfî, Ahmed Paşa, Seyyid Emir Buharî, Kâtib, Zenbilli Ali Efendi, Şem’i, Sinoplu Safâyî, Mehmed Muhyiddin Vefâyî, Sabâyî, Şeyh Muslihuddin Efendi, Zâti, Ali Şâh Efendi, Hattât Kâsım ve daha çok sayıda mutasavvıf, alim, müderris, şair, vezir-i azam, kazasker ve şeyhülislam Şeyh Vefa’nın çevresinde bulunmaktaydılar. Bu da semtin ilim ve kültürel hayatının ne kadar canlı olduğunun açık bir göstergesidir.”
Gazi Üniversitesi Arap Dili’nden Doç. Musa Yıldız Sinoplu Safâyî ve eseri Vasâyâ-yı Şeyh Vefa hakkında bilgiler verdi: “Tahminen 1424 yılında Sinop’ta doğan Safâyî 1534 yılında vefat etmiştir. Gemicilik yapan Safâyî, Galata’da 1529 yılında şeyhinin vefatı üzerine bu makama geçmiştir. Vasâyâ-yı Şeyh Vefa’nın yanı sıra Fetihnâme-i İnebahtı ve Moton Gazânâmesi adlı eserlerin müellifidir. Eserine münâcât ile başlayan Safâyî, Hz. Muhammed’in vasıf ve mucizelerini zikreder. Sultan II. Bayezid’i över. Daha sonra Şeyh Vefa’yı anlatır. Onun herkes tarafından sevilen bir zât olduğundan ve kendi şeyhi olduğundan bahseder. Eserinde şeriat, tarikat ve hakikat ile ilgili bilgeleri manzum bir şekilde ifade eden Safâyî, muhtemelen Şeyh Vefa’nın sohbetlerinden dinlediklerini manzum hale getirmek suretiyle bu eserini yazmıştır.”
Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünden Yrd. Doç. Mustafa Tatçı, Şeyh Vefa’nın Muhibleri ve Emir Buhari başlıklı tebliğinde Şeyh Vefa’nın muhiblerinden Nakşibendiye’nin Molla İlahî’den sonra ikinci büyük pîri olan Seyyid Emir Buhârî hakkında bilgi verdi: “1443 yılında Buhara’da doğan ve Şeyhi Molla İlahî ile birlikte Simav’da ikamet eden Emir Buhârî, şeyhi tarafından İstanbul’a halife olarak gönderildi. Emir Buhârî İstanbul’a ilk olarak geldiği zaman Şeyh Vefa’nın dergâhına vardı. Şeyh Vefa’nın dergâhı, dönemin âlimlerinin büyük ilgi gösterdikleri ve Anadolu’dan İstanbul’a geldikleri zaman ilk olarak kaldıkları bir mekan olarak da bilinir. Nitekim Emir Buhârî’nin de İstanbul’a geldiği zaman Şeyh Vefa’nın dergâhında kaldığını görüyoruz. 1477’de icazet alarak irşad faaliyetlerine başlayan Emir Buhârî’nin, Nakşibendiliğin İstanbul’da yayılmasında büyük hizmetlerde bulundu.”
 
“Vefa Semti Çeşme ve Sebilleri” oturumunda üç tebliğ sunuldu:
Vefa’nın Çeşme ve Sebilleri başlıklı tebliğinde Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden Doç. Nur Urfalıoğlu, mimari ve fonksiyon açısından iki farklı yapı olan çeşme ve sebilleri birbirinden ayırmamız gerektiğine dikkat çekerek, bu yapıların fonksiyonu üzerinde durdu. Vefa semti sınırlarında tespit edilen üç sebil ve dokuz çeşmenin içinde iki sebilküttabdan birinin ve günümüze ulaşmış en eski sebilinin de bulunduğunu belirten tebliğcimiz, tespit ettiği çeşme ve sebillerin tarihini ve mimari yapılarını dinleyicilere aktardı.
İstanbul Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Ahmet Vefa Çobanoğlu, Ekmekcizade Ahmet Paşa Sebili başlıklı tebliğini oturumun ikinci konuşmacısı olarak sundu. Ekmekcizade Ahmet Paşa Külliyesi’nin köşesinde yer alan sebilin, arşiv kaynaklarında Hüsrev Kethüda sebili olarak geçtiğini söyleyen Çobanoğlu’na göre bunun sebebi, Ekmekcizade’nin bu sebili ya ihya etmesiyle ya da yeniden yapmış olmasıyla açıklanabilir. Çeşme 17. asır mimari özelliklerine sahiptir ve 18. asrın sonlarında meydana gelen depremde zarar gören bu çeşme yakın dönemde bir tamir geçirmiştir. Tebliğinde sebilin geçmişte ve günümüzdeki durumunu resimlerle anlatan Çobanoğlu, tarihî bir mirası sahiplenemeyişimizi de gözler önüne serdi.
Oturuma, Dr. Fatma Şensoy ve Samime İnceoğlu Arşiv Kaynaklarında Vefa’nın Çeşme ve Sebilleri başlıklı ortak tebliğleriyle katıldılar. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve İSKİ Sular Arşivi’nden faydalandıklarını belirten Şensoy, çeşme ve sebillerin Osmanlı gündelik hayatındaki işlevselliğine dikkat çekti. Arşiv kaynaklarında bu çeşme ve sebillerle ilgili ulaşılan detaylı bilgilerin aktarıldığı tebliğde, Osmanlı’da su kültürünün önemine ve sürekliliğine de dikkat çekildi.
 
“Vefa Semtini Okumak” oturumunda dört tebliğ sunuldu:
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nden doktora adayı Bekir Cantemir, Haritalar Üzerinden Bir Semti Okumak başlıklı tebliğinde Vefa’yı haritalar üzerinden okudu: “Ortaçağ haritalarının daha çok tasvire yönelik olması sebebiyle İstanbul haritaları yakın zamana kadar şehrin topografik yapısı hakkında bilgi vermekten uzaktı. 1776 ve 1836 yıllarında Fransızlar tarafından çizilen ölçekli iki harita şehrin yapı adalarını gösterir mahiyette değildir. 1904-1905 yıllarında bir sigorta şirketi tarafından yaptırılan haritada ise Vefa’ya yer verilmemektedir. 1909 yılında Almanlar tarafından çizilen ve sokaklar ile yapı adalarını da gösteren haritada semtteki binaların genellikle 2-3 katlı oldukları, birkaç konağın bulunduğu ve Sirke ile Mensucat fabrikalarının yer aldığı görülmektedir.”
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri’nden Osmanlı Arşivi Daire Başkanı Dr. Önder BayırOsmanlı Arşivlerinde Vefa başlıklı tebliğinde, Osmanlı arşivlerinde bulunan Vefa hanı, karakolhanesi, mektebi, ahırı, ambarı, vakıfları ile Vefa’da iskan ile ilgili vesikaları slaytlarla gösterdi. Semtin Osmanlı dönemindeki sosyal, kültürel ve iktisadi hayatı ile ilgili çok değerli bilgilerin yer aldığı arşiv vesikalarından Bayır’ın aktardığı bazı ilginç hususlar şunlardı: Vefa hanını pabuççu esnafı kullanıyor ve burada başka bir yerde imal edilmeyen kırmızı ve siyah pabuçlar imal ediliyordu. Semtin en büyük korkusu olan yangınlarda zarar gören ve pek çoğu memur semt sakinlerine verilen paranın istirdad edilmemesi ve iki maaş ikramiye verilmesi gibi kararlar da arşiv belgelerinde yer alıyor.
İSAM’da görev yapan Dr. Vildan Serdaroğlu Şuaranın ‘Vefa’sı: Divan Şairinin Kamusal Alanı başlıklı tebliğinde şunları söyledi: “Tarih boyunca önemli bir sosyal çevre olan semt, Osmanlı döneminde de ulema ve ileri gelen şahsiyetlerin çokça bulundukları bir mekan olmuştur. Şiirler için büyük önem taşıyan semt, aynı zamanda şairler için de önemli bir sosyalleşme mekanı işlevi görmekteydi. Şiirlerde geçtiği üzere, İstanbul’un en önemli bayramlaşma yeri Vefa Meydanı idi. Semtte bulunan konak ve paşa saraylarında güzide meclisler kurulmuştur… ‘Vefa’, divan şiirinde tevriyeli olarak kullanılır. Sevgili, sevdiğini Vefa’ya davet eder, fakat aslında vefaya davet etmektedir.” Serdaroğlu tebliğinde divan şiirinde Vefa’nın ne şekilde kullanıldığını gösteren çeşitli şiirlere yer verdi.
Ulusal sempozyumun tek uluslararası misafiri Rusya İlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü’nden Prof. Elfine Sibgatullina idi. Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Vefa başlıklı tebliğinde, son dönem Türk edebiyatında önemli bir yeri olan ve kendisi de semte yakın bir yerde dünyaya gelen Ayverdi’nin, eserlerindeki Vefa semtine ilişkin müşahedelerine ve semt hayatına dair çok canlı tasvirlerine yer verdi. Bir medeniyetin günden güne eski ihtişamından uzaklaşmasının izlerini Ayverdi’nin çeşitli eserlerinden yaptığı alıntılarla süren Sibgetullava’nın “…Ben İstanbul’u Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinden tanıyıp sevmeye çalışıyorum…” demesi, aslında eski İstanbul’a duyulan özlemin sadece İstanbul sakinlerinin duydukları bir özlem olmayıp, bütün insanların yaşamak isteyecekleri çok yüksek bir kültürel mekan olduğu anlamına geliyor.
 
“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Vefa’da Kütüphaneler” oturumunda dört tebliğ sunuldu:
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Dr. Aras Neftçi, Atıf Efendi Kütüphanesi Mimarisi başlıklı tebliğinde kütüphanenin mimarisine dair detaylı bilgiler verdi: “Devlet adamı ve divan sahibi bir şair olan Atıf Efendi’nin 1741 yılında yaptırdığı kütüphane, Köprülü’den sonra müstakil olarak inşa edilen ilk kütüphanelerdendir. Kitap okuma salonu, orta mekân ve eyvanlar olmak üzere üç bölümden oluşan kütüphane binasının çevresinde, görevlilerinin ikameti için inşa edilmiş üç katlı meşruta kısmı yer almaktadır. Bina taştan yapılmış bir bodrum katın üzerine oturtulmuştur ve bu kat kitapların nemden korunmasına yönelik olarak boş bırakılmıştır. Pencere kapaklarının ve kitap depolarının kapılarının demirden yapılması kitapları yangından korumaya yönelik çok önemli tedbirlerdir. Sivil mimarinin en güzel örneklerinden bu kütüphanenin mimarı bilinmemektedir.”
Sakarya Üniversitesi’nde Yrd. Doç. Nuran Altuner, Atıf Efendi Vakfiyesi’nin Tanıtımını konu alan tebliğinde Defterdar Mustafa Atıf Efendi’nin 1740-41 yıllarında yazdırmış olduğu vakfiyelerden biri olan kütüphanede kayıtlı 2858 no’lu vakfiyenin genel içeriğini anlattı: “Vakfiye besmeleyle başlayıp hamdele ve salveleyle devam ediyor. Kitaplar kütüphaneye iki defada vakfedilmiş olup, bazı kitaplarda Atıf Efendi’nin kendi el yazısıyla kaleme aldığı nazımları yer alır. Kütüphanede görevlendirilen üç hafız-ı kütüb, bir şeyhülkurra, bir suyolcu, bir mücellit ve bir marangoz haftanın beş günü sabahtan akşama kadar çalışmak zorundadır. Kütüphanede Zeki Pakalın’ın yazmalarıyla beraber bazısı müellif nüshası da olan 3228 nadide yazma eser bulunmaktadır. Kütüphaneye vakfedilen kitaplara dair tafsilatlı bilgilerin yer aldığı vakfiyeden dönemin sosyal hayatına dair çok önemli bilgilere ulaşmak da mümkündür.”
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Ramazan Biçer, Atıf Efendi Kütüphanesi’nde Bulunan Akaid, Kelam ve Mezhepler Tarihi Kitapları başlıklı tebliğinde bu eserlerin dönemin yapısını yansıttığını belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Kütüphanede bu alanda Arapça, Farsça ve Türkçe 300 kadar eser bulunmaktadır. Bunların büyük bir kısmının Arapça olması döneminin ilim diliyle doğrudan alakalıdır. Eserlerin çoğu Hanefi-Maturidi eksenlidir. Medreselerde Eşari akaidinin yanı sıra, Şii bir müellif olan Nasreddin et-Tusi’nin eseri de okutulmaktadır. Bu, medreselerde mezhep taassubunun olmadığını gösterir. Mutezili hiçbir esere rastlanmazken, Gazali ve Kemalpaşazade’nin eserlerinin tamamına yakını yer almaktadır. Bu, vakfedenin kişisel tercihi ve dönemin yapısıyla alakalıdır. Birçok kişinin ilmî çalışmalarına kaynaklık eden kütüphane, kelam ve akaid sahasında oldukça mümbit bir yapıya sahiptir.”
İstanbul Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde doktora adayı Soner Şahin, Ali Paşa’nın konağıyla bitişik olduğu anlaşılan kütüphanenin mimarisi ve Osmanlı medeniyeti içinde yer alan kütüphanelerin tarihî seyri hakkında detaylı bilgiler verdiği Şehit Ali Paşa Kütüphanesi ve Osmanlı Mimarlığında Kütüphaneler başlıklı tebliğinde şunları vurguladı: “Osmanlı mimarisinde kütüphaneler ilk dönemlerde belli yapılar içerisinde varlıklarını sürdürürken, ancak 17. asırdan itibaren medrese yapı programlarına dahil edilmiştir. Bu ilk müstakil kütüphanelerden birisi de Vefa semti sınırları içinde yer alan, Bozdoğan Kemeri’nin bir duvarına bitişik olarak inşa edilmiş Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’dir. Bu kütüphane için 1716 tarihli bir vakfiye düzenletmiş; ancak şehit olmasının ardından henüz vakfetmediği kitaplarına müsadere edilmek üzere saray tarafından ele konulmuştur.”
 
“Osmanlı Vefa’sında Fiziki Doku” oturumunda dört tebliğ sunuldu:
Marmara Üniversitesi Yerel Yönetimler Programı’ndan Yrd. Doç. Aynur Can, Mekansal Perspektiften Bir Semt Biyografisi: Vefa (1453-1775) başlıklı tebliğinde, insanın mekan duygusuyla varlık kazandığını vurgulayarak, Vefa semtinin Osmanlı kültürel mirasını şu dört mekan üzerinden ele aldı: Şeyh Vefa Külliyesi (15-16. yüzyıllar), Ekmekçizade Ahmed Paşa Medresesi (17. yüzyılın ilk çeyreği), Atıf Efendi Kütüphanesi (18. yüzyılın ilk yarısı), Recâî Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili (18. yüzyılın son çeyreği). Can tebliğinde, ilk olarak inşa edilen Şeyh Vefa Külliyesinin, zaman içinde bütün semtin kültürel açıdan inşa edilmesinde merkez konumuna geldiğini vurguladı.
İktisat Tarihçisi Dr. Baki Çakır, Vefa’da Kayıp Üç Mahalle: Revani Çelebi, Sekbanbaşı İbrahim Ağa ve Hoca Teberrük başlıklı tebliğinde günümüze ulaşmamış Revani Çelebi, Sekbanbaşı İbrahim Ağa ve Hoca Teberrük mahallelerinin sokakları, emlak adetleri, mülk sahiplerinin unvanları ve vergiler hakkında bilgiler verdi. Çakır’a göre, daha çok orta gelirli ilim sahibi insanların ve memurların oturdukları bir semt olduğu anlaşılan Vefa’da evlerin genellikle 2-3 katlı olduğu görülmekte, daha büyük yedi adet konağın bulunduğu da vergilerinden anlaşılmaktadır.
Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Dr. Zekai Mete, Vefa Hanı’nı ele aldığı tebliğinde bu hana ilişkin şunları söyledi: “1794 yılında pabuççu esnafının hana yerleştirilmesi sonunda bu mevki han olarak anılmaya başlandı. Daha önce ise, 1650’den 1782’ye kadar çeşitli sayıda ahır ile ilgilenen esnafın kâim oldukları, yangından sonra pabuççu esnafının yerleştirildiği bilinmektedir. 1834 yılında çıkan bir yangın sonucu ahırların buradan çıkarılması ve tek katlı olarak 70 odadan oluşan bir han yapılması planlandı. Bu yeni yapıda pabuççu esnafının yanı sıra dokumacılar da iskan edildi.”
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora adayı Ahmet Yaşar, Vefa Hamamları üzerine bir tebliğ sundu. Biri 1734 tarihli Suriçi hakkında, diğeri 1766 tarihli Bilâd-ı Selâse’yi de kapsayan iki hamam defterinden hareketle her ikisi de günümüze ulaşamamış olan iki hamam hakkındaki tebliğde Vefa Hamamı ile Pertev Paşa Hamamı (Büyük Kovacılar Hamamı) ele alındı. “1476 tarihli Şeyh Vefa Hamamı, Evliya Çelebi’nin ifadesine göre İstanbul’un ilk hamamlarından biridir. Hamamda 18 kişinin çalıştığı bilinmektedir. Pertev Paşa Hamamı ise Şeyh Vefa Hamamı’na nazaran daha küçük bir hamamdır. 1923 yılında yol yapımı için yıkılmıştır.”
 
“Vefa Semti Hazireleri” oturumunda üç tebliğ sunuldu:
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi’nde doktora adayı Mustafa Sürün, Şeyh Vefa Haziresine ilişkin tebliğini sundu. Genellikle tekke gibi yapılar etrafında gelişen mezarlıklar olarak tanımladığımız hazirelerin en büyüklerinden biri Şeyh Vafa Camii yanında teşekkül etmiş Şeyh Vefa haziresidir. Buradaki 475 mezar taşını inceleyerek serpuş ve şahidelerin dönemsel tasnifini yapan Sürün’e göre, “bu hazireye 15 ve 19. asırlarda defin yapılmış olup, 15. asırdan günümüze kalan tek taş Zeyniyye mezar taşıdır. Taşların büyük bir kısmı ise 19 asra aittir. Yine haziredeki taşlardan anlaşıldığı kadarıyla bölgede tüccardan ilmiye mensuplarına kadar her sosyal sınıfa rastlamak mümkündür. İstanbul’un fethinden sonra oluşan hazirelerin ilklerinden olan Şeyh Vefa haziresi, zamanla büyük bir şehir içi mezarlığına dönüşmüştür.”
Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Yrd. Doç. Ahmet Sacit Açıkgözoğlu Molla Gürani Camii Yanındaki Hazire başlıklı tebliğinde hazirelere dair önemli bilgileri dinleyicilere aktardı: “Eski haritalardan isminin tespit edilemediği hazire yanı başında bulunan camii ile beraber anılmaktadır. 400’e yakın mezar taşının bir kısmı kırık, bir kısmı da toprağa gömülü vaziyettedir. Taşların en eskisi 1549 tarihli bir Zeyniyye mezar taşı, en yenisi ise 1869 tarihine aittir. Mezar taşlarından, Balkanlar’dan Mısır’a uzanan bir coğrafyanın mensuplarının da Vefa civarında yaşadığını öğreniyoruz. Yine Vefa semtinin devlet ricalinden pek çok sakini olduğunu da görüyoruz. Hazirenin diğer bir önemi de, çok nadir rastlanan yeniçeri mezar taşlarından birinin bulunmasıdır.”
Vefa Hazireleri: Bir Atölye Çalışması başlığıyla Sanat Tarihçisi Dr. Nicole Kançal-Ferrari tebliğinde atölye çalışmasına ilişkin faaliyetleri ayrıntılı bir şekilde anlattı: “Vefa semtinde bulunan sekiz hazire üzerinde yürütülen çalışmalar neticesinde mezar taşlarının kitabeleri çoğu zaman yerinde, zaman zaman da fotoğraf üzerinden okunarak sanat ve üslup açısından incelendi. Bu atölyenin ileriye yönelik amacı, Vefa semtinin mezar taşlarının bir envanterinin çıkarılması, bununla ilgili katoloğun hazırlanıp yayımlanması, hazirelerin ıslahına ve korunmasına yönelik öneriler geliştirilmesi, uzun vadede ise bu hazireleri semt içinde daha anlamlı bir dokuya kavuşturulması. “Vefa Semti Fiziki ıslah atölyesi” ise, restorasyon çalışmalarını gerekli kurumlarla irtibata geçmek ve gerekli izni almak suretiyle sürdürüyor.”
 
Cumartesi günü sunulan tebliğlerin ardından, daha ziyade Vefa’da ikamet eden katılımcıların katkılarıyla gerçekleşen “Hafızalarda Vefa” Paneli yapıldı. Kendisi Vefa’da ikamet etmese de semtte bulunan Sarı Beyazıt üzerinde araştırmalar yapan Prof. Dr. Ali Rıza Abay, Sarı Beyazıt Camii ve haziresi ile Sarı Beyazıt Caddesi hakkında bir tebliğ sundu. Abay, bir dönem İstanbul’un en önemli yerleşim birimlerinden birisi olan semtin dışarıdan aldığı göçler neticesinde fiziki ve sosyo-kültürel açıdan büyük değişiklikler geçirdiğini; semtte yaşayan insanlar değiştikçe, semtin de tarihî ve kültürel dokusunu kaybetmeye başladığını ifade etti.
Vefa’da doğup büyüyen ve halen semtte ikamet eden bazı konuklar da söz alarak kendi çocukluk ve gençlik dönemlerinde yaşadıkları Vefa’yı hasretle anlattılar. Anlatılanlara göre bir zamanlar Vefa, bahçelerinde her çeşitten meyve ile mor salkımlar olan, evleri şirin, sokakları düzenli ve en önemlisi sakinleri İstanbul terbiyesi görmüş gerçek birer İstanbullu olan, ilim sahibi insanların birlikte ilim-irfan meclisleri tertip ettikleri, en seçkin insanların sokaklarından eksik olmadığı bir semt imiş.
Semtin günümüzdeki durumunu anlatmak ise onlar için oldukça zor ve dayanılmazdı; zira içlerindeki acıyı kelimelerle anlatmakta zorluk çekiyorlardı. Hiç birisi Vefa’nın artık eski günlerine dönmesinin mümkün olduğuna inanmıyor: “Artık ne yapılsa faydasız… Vefa bir daha eski Vefa olamaz” diyorlar kahırla. Vefa’nın eski günlerinden bahsederken gözlerindeki ışıltı ne kadar parlaksa, şimdiki halinden bahsederken gözleri o kadar nemli idi.
Fakat gerçek birer Vefalı oldukları için, hiç kimse semtten ayrılmayı düşünmüyor, Vefa’dan ayrı bir hayatı düşünemiyorlar.
 
Cuma günü oturumlarının ayrıntısı için tıklayınız:
-
Pazar günü oturumlarının ayrıntısı için tıklayınız:

خيار المحررين

SEMINARS

As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.

MORE INFO


تابعنا

الاشتراك في النشرة الإخبارية لدينا لتلقي الأخبار والتحديثات.