David Hume’un Adâlet Anlayışı

Enes Eryılmaz

10 Mart 2012
Değerlendirme:
Abdullah Said Arı

Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantısının Mart ayındaki ilk konuğu Kırklareli Üniversitesi SBE Felsefe Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olan Enes Eryılmaz’dı. Toplantıda Eryılmaz, 2011 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü’nde tamamladığı “Politics, Law and Morality: David Hume on Justice” (Siyaset, Hukuk ve Ahlâk: David Hume’un Adâlet Üzerine Görüşleri) adlı yüksek lisans tezini sundu.

Eryılmaz, David Hume’un adâlet hakkındaki görüşlerini anlamak amacıyla temelde İnsan Doğası Üzerine Bir İncelemeve Ahlâk İlkeleri Üzerine Bir Soruşturmaadlı iki eserini incelediğini belirterek, sunumun dört ana başlıkta toplayacağını ifade etti. İlk olarak, Hume’un adâlet ve ahlâk arasındaki ilişkiye dair düşüncelerine değinen Eryılmaz, adâletin ahlâkî bir mesele olup olmadığı, adâletin sadece çıkarları gözetmek için kullanılan bir fikir olup olmadığı ve temelde insanın neden adâletli olduğu/olabileceği sorularının Hume’un bu konudaki fikir teatisinin çıkış noktasını oluşturduğunu belirtti. Hume, küçük bir toplumda adâletin bir öngörü meselesi olarak incelenebileceğini, dolayısıyla insanların çıkarlarını hesap ederek hareket etmeleriyle alakalı bir olgu olduğunu iddia etmektedir. Büyük bir toplumda ise, insanların kısa vadede çıkarlarını gözettikleri varsayılsa bile genel olarak adâletin böyle bir dayanak üzerine temellendirilmesi mümkün gözükmemektedir. Bu noktada Hume, “duygudaşlık/sempati” kavramını öne sürmektedir. Sempati kavramı günümüzdeki kullanımından farklı olarak insanların his ve duygularını paylaşmaları olarak anlaşılabilir. Hume, bu kavramı insanların başkalarının yaptıkları adâletsizlikleri daha kolay fark edip rahatsız oldukları gerçeğine dayandırmaktadır. İnsanlar diğerlerinin adâletsizliklerini görerek, bu tikel örneklerden genel bir adâlet önermesine ulaşabilirler. Dolayısıyla büyük toplumlarda ahlâkî açıdan adâlet, kamu çıkarı gibi herkesin duygudaşlık yoluyla üzerinde ittifak ettikleri bir dayanak üzerinde temellendirilebilir. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de bu görüşü savunan Hume, Ahlâk İlkeleri Üzerine Bir Soruşturma’da bu çerçeveden vazgeçer. Bu eserinde duygudaşlık/sempati kavramını tamamen ihmal ederek, adâletin temeli olarak “fayda”yı öne sürmüştür. Kamu yararını adâletin tek kaynağı olarak gören Hume, bu tavrıyla akademisyenler tarafından çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Örneğin MacIntyre, duygudaşlık kavramını adâlet kuralları ile çıkar fikrinin arasını bulmak için ortaya attığını iddia ettiği Hume’u bu noktada başarısızlıkla suçlar ve ikinci kitabında sözkonusu kavrama hiç değinmemesini buna delil olarak gösterir. Diğer yanda Miller, Hume’un adâleti sadece kamu yararı ile açıklamaya çalışarak onu bağımsız bir değer olarak incelemekten vazgeçtiğini ve adâlet ile ahlâk arasındaki bağı kopardığını iddia eder.

Sunumunun ikinci kısmında Hume’da adâlet kavramının gündeme gelemeyeceği bazı durumlara değinen Eryılmaz, Hume’un sekiz şart sunduğunu ifade etti: İlki, nimetlerin sınırsız olduğu bir toplum; ikincisi ise nimetlerin yetersiz olduğu bir toplumdur. Üçüncü şart insanların aşırı cömert ya da hayırsever olması olarak düşünen Hume’un dördüncü şartı insanların aşırı zorba veya barbar olması olarak koyar. Bir diğer şart toplumun olağanüstü hal veya bir savaş halinde bulunmasıdır. Altıncı şart kamu suçlularının karıştığı durumlar iken yedinci şart zihinsel ve fiziksel engelli varlıkların taraf olduğu durumlardır. Son şart ise muhatabın hayvanlar olduğu durumdur.

Hume, bu şartları adâletin gerekmediği, mümkün olmadığı, kamu yararına aykırı olduğu ya da merhamet ilkesine aykırı olduğu durumlar olarak niteler. Adâlet tüm bu durumların dışındaki hallerde uygulanmaya konması gereken bir ilkedir. Bu açıdan Hume’un negatif bir adâlet tanımı yaptığını söyleyen Eryılmaz, adâleti gerçekleştirilmesi topluma ve içinde bulunulan şartlara bağlı bir ilke olarak koyan Hume’un bu suretle özne ile toplumun içinde bulunduğu durum arasındaki gerilimi yok ettiğini belirtti. Bu noktada Hume, Kant ve Rawls gibi düşünürlerden ayrışmaktadır.

Adâletin Hume’da yapay bir erdem olması meselesini de irdeleyen Eryılmaz, Hume’un İnsan Doğası Üzerine Bir İncelemeadlı eserinde adâletin doğal bir erdem olmadığına, çünkü doğal erdemlerin arkasında bir güdü/saik bulunurken adâlet için böyle bir doğal saikten bahsedilemeyeceğine işaret ettiğini belirtti. Bu nedenle Hume’a göre adâlet yapay bir erdemdir ve onu oluşturan şey insanlar arasındaki uylaşımlar ve yapıntılardır. İnsanlar ortak bir çıkar duygusundan dolayı adı konmamış belli ilkelere uyarak adâleti tesis ederler. Bu noktada adâlet doğal erdemlerden farklılaşmaktadır, zira adâletin tesisi herkesin bu ilkelere uymasına bağlıyken, hayırseverlik gibi doğal erdemlerde böyle bir durum sözkonusu değildir.

Eryılmaz sunumunun son kısmında Hume’un üç adâlet yasasına değindi: İlki mülkiyetin istikrarı, ikincisi mülkiyetin rıza yoluyla devredilmesi ve sonuncusu ise verilen sözlerin yerine getirilmesidir. Hume’un adâleti mülkiyetle ilişkili bir şekilde ortaya koyduğuna işaret eden Eryılmaz, bunun dar bir adâlet anlayışı olduğunu belirtti. Hume’un akıldan değil fiziksel şartlardan ve ortamdan kaynaklanan, soyut ve mutlak olmayan, doğal bir saikten kaynaklanmayan ve iktisadî nitelikte bir adâlet anlayışı sunduğunu ifade eden Eryılmaz, bu adâlet anlayışının ancak herkesin adâlet ilkelerine uyması halinde gerçekleşebileceğinin de altını çizdi.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.