MOLA

Eski İstanbul - Yeni İstanbul                                                                   

 

(…)

İstanbul daha ziyade eski devirde şahsiyetli ve ehemmiyetli idi.

Şimdi renksiz ve sefil… Dar fakat süslü, alafranga bir apartıman odasında oturup dışarının tramvay ve otomobil seslerini işiterek şu satırları elektrik ziyaları altında yazarken parama ve istiklâlime rağmen hiçbir zevk duymadım. Mevsim kış.. Fakat ne çeşnisiz bir kış… Gençliği, gençliğimin kışlarını, kış gecelerini hatırlıyorum… Islak kaplamalı çürük, harap evlerde, dalgalı ve benkli şişeleri köşe başındaki bakkaldan alınan sekiz numara mor petrol lambasının ışığına toplaşarak ne hoş zamanlar geçirirdik. Ah o zamanki İstanbulun satıcı sesleri… Durgun ve karanlık sokaklarda dolaşan gece simitçileri, bozacılar, keten helvacılar… Tahassürle onları anıyorum ve eriyorum, yüreğim sızlıyor, matem içinde gibiyim; çok yaşlanmışım da gençliğimi hatırlıyor gibi lezzetle için için dalıyorum… Şimdi defterimi kapadım, tâ çardaklı turşucudan başlıyarak Saraçhanebaşı’ndaki konağı, Fikri Paşa’nın saatli odasını, hizmetçiler peşinde koşan Damat beyi, bizim o serseri ruhlu Küçük hanımefendiyi, herkesi, her yeri tekrar gözümün önünden geçiriyorum; pek iyi tanıdığım ve gördüğüm o devrin şayan-ı dikkat bütün simalarını birer defa daha hatırlıyorum ve ne kadar zevk duyuyorum… Halbuki son senelerin hatıratı bende böyle güzel ve huzurlu bir teessür yapamıyor; yüreğim sıkılıyor, sinirlerim geriliyor, vicdanım azaba benzer bir sızı ile doluyor, adeta üzülüyorum. Hiç şüphe yok ki Kâni bildiğim o “Elma Kâni” olarak kalmalıydı, Şâyan ahretlikten çıkmamalıydı, hatta ben bile koltuğumda ut, konak konak dolaşmakta devam etmeliydim… Dünyanın intizamı, memleketin hayrı, İstanbulun güzelliği namına bu, böyle olmalıydı!

Bizim hepimize eski devir biçilmiş kaftan imiş!

Bu gece hiç uyuyamadım; sabahın alaca karanlığı camları ağartırken daha ben ayaktaydım, gönlüm, nedense, hicranla, yeisle dolu… Işığı söndürdüm: Etrafımda gördüğüm eşya nasıl henüz belli belirsiz duruyorsa, ben de öyleyim; kendim için yarı mevcut, yarı hayattayım… Yalnız derin, keskin bir şey, bir ağırlık ve kuvvet var ki göğsümden basıyor. Altında ezilmiş gibi, ölmüş gibiyim… Kendimi duymuyorum, fakat hüznümün, hicranımın acısını duyuyorum.

Acaba bir sinir hastalığının başlangıcı mı?

Pencereyi açtım, balkona çıktım: Örtülü bir kış sabahı, gökte değişiksiz sedefî bir aydınlık; ne pembe bir çizgi, ne mavi bir yırtık, ne minareler, ne medrese damları, ne de kale duvarları veya su bentleri… Şişlinin çırılçıplak, yarı ikmal edilmiş, araları arsalarla fasılaya uğrıyan zevksiz bir mahallesi… Şimdi kulağıma bu alaca karanlığın içinden bir temcit veya ezan sesi gelse ve gözüme şöyle, uzakta eski İstanbul’un bir parçası görünse ne kadar memnun olacağım!

Gurbette yabancı diyarlarda kalmış gibiyim; yerime, evime, menbaıma dönmek arzusunun bir açlık gibi içimi bayılttığını duyuyorum. Ayni İstanbul’un içinde İstanbul’u arıyarak ve artık bulamayacağımı pek iyi anlıyarak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.

Ben İstanbul’un, eski İstanbul’un, o şahsiyetli ve güzel İstanbul’un iç yüzünü afacancasına tanıyan bir evlâdıydım; onu ben ne iyi anlardım… Sanki o da bana ayrıca, herkese yaptığından fazla yüreğini açardı.

İşte ben bu pek iyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim. Ona yanıyorum, onun hasretini çekiyorum!

 

Bebek, 15 Eylül-15 Kanunevvel 1918

 

Refik Halid Karay, İstanbulun Bir Yüzü, 3. bs., İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri, s. 160-163

خيار المحررين

SEMINARS

As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.

MORE INFO


تابعنا

الاشتراك في النشرة الإخبارية لدينا لتلقي الأخبار والتحديثات.