MOLA

Mahur Beste’den

 

İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın mucizesi vardı.Yani rahmetli büyük annenin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan hazırlayan sevgisi… Bu, o medeniyetin yaratıcı tarafıdır ve hakikaten bir mucizeye benzerdi. Her şey adeta hazır gibi bir aranmadan bulunur. Her tesadüf, her adım bir mevsim gibi yüklü ve zengindi. Hiçbir arıza bu cömert feyzi tüketmez. Bağdat bitince Kurtuba başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar. En büyük sanat adamından en basit işçisine kadar her kafa, her kol sonuna kadar veluttur. Sonra günün birinde bu yaratıcı taraf ölür. Büyük anne artık yoktur. Konsol, sandık hepsi mucizesini keser. Fakat ev sağlamdır; hayat eskisi gibi devam eder. Sen o hatıralar için yaşarsın. Mucizenin kendisi değilse bile, ondan her yana sinen sır vardır, emniyet vardır. Aradığını bulmasan bile aramanın zevkini duyarsın.

Sonra bir an gelir, konağın kendisi yanar. Şimdi enkaz arasında gördüğümüz insanlara benziyoruz. Bir yığın kül, kararmış direk, paslı demir, yer yer tüten duman, is ve çamur içinde işte bulduğumuz şey… Şimdi sen istediğin kadar bu artıklarla yeni bir şey yapmaya çalış; istediğin kadar Şark’ı, eski dünyamızı sev, ona bağlı yaşa; sihirli nefes ortadan kaybolduktan sonra elindeki çer çöp yığınından ne çıkar? Hatta hatıranda kalan şey bile bir işe yaramaz.
İsmail Molla adeta istemeye istemeye söze başladı:

-İstiare ile konuşuyorsun, hoca; güzel ama insanı yanıltır. Bana kalırsa ortada öyle ne Şark var, ne de açıkta kalmış ölüsü var. Demin Şark’ı müdafaa eder göründüm. Maksadım sana fikrimi açıkça söylemekti. Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim; bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır,Türklük müdür? Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahane’de çalıştım. Bir tek şey anladım: Kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen Garp’tan geri olduğumuzu söylüyorsun. Zaten herkes bunu söylüyor; elbette doğru bir söz olsa gerektir. Fakat ben daha mühim bir şey söyleyeceğim. Ben hemen etrafımızdaki hayattan geri olduğumuzu söyleyeceğim. Bence ne Şark, ne şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir; daima değişen, değiştikçe bizi de değiştiren şeydir. Çünkü arkasında eline geçen her meyveyi iştahla ısırmasını bilen bir cemaatin zevk hayatı vardır. Diğer şeylerden bahsetmeyeceğim, bildiğim şeylerden bahsedeceğim. En çetin fıkıh meselesini, hazırladığım bir fetva ile hallettiğim bir günün sonunda, evimin kapısında yanlış yunluş bir Arapça ile dua eden, abani sarıklı kör dilenciye gıpta ettim. Onu Allah’a daha yakın buldum; medresede öğrendiğim, tekkede dinlediğim Allah’a değil, fakat içimde yaşadığım bu hayatın bütün yüksek taraflarını, insanlığını, cevherini kendinde toplayan Allah’a. Anladım ki ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Gençliğimde Bağdat’ı, Basra’yı babamla görmüştüm, ihtiyarlığımda Mekke ile Medine’de memuriyet verdim. Mısır’a uğradım. Şam’da çocukluğumun iki yılı geçti. Hepsini türbesi, evliyası, kandili, bayramı, namazı niyazı ile gördüm ve daima başkalığını hissettim. Daima aynı olması lazım gelen bir uluhiyetin çehresi benim için değişti. Yavaş yavaş o hâle geldim ki bir kandil çöreği, bir Ramazan manisi, iyi yakılmış bir mahya, sırtında yamalı abası, elinde keşkülü, değneği, boynunda kaplumbağa kabuğundan, bilmem hangi hayvan kemiğinden tılsımları fakir ve bitli bir dilenci benim için Müslümanlığın ta kendisidir. Gene anladım ki bizim Şark, Müslümanlık, şu, bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir.Bize uluhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itri’nin Tekbir’i, kim olduğunu bilmediğimiz işçinin yaptığı mihraptır.

-Dikkat et, halis Müslüman gibi düşünmüyorsun Molla Bey.

-Bilakis, tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hülasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi… İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun,Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandilli yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır. Bu Müslümanlığın çehresi, otuz kırk senede bütün etrafıyla beraber değişir; Ramazan sofrası, camii sebili, Fatih kahveleri, Küçükpazar çarşısı, Divanyolu… Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akıdeleri vardır. Fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan,manâlarını yapan bütün bir hayat vardır, halk vardır. Asıl sihrini o yapar. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam kapısından, ne kazasker konağından gelir; halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki o hayatın emrindedir, ruhaniyeti onunla beraber yürür, içinde frenk icadı bile girer; fakat manzarası bizim kalır.

Bir gün Fetvahane’de konuşuyorduk. Arkadaşlardan biri: ”Bu arabalı, feraceli, fenerli Ramazan gezintilerini kaldırsak,” dedi; “fısk u fücur menbaı oluyor, Ramazan’la ne alâkası var?” “Yok,” dedim; ”İlişmeyin, Ramazan’ın ta kendisidir.” Hepsi birden itiraz ettiler. Ben sözümü bitirdim: “Ramazan eğer halkın hayatına ait, eğer Müslümanlık halkın ise, bırakın istediği şekli versin. Yok sizin ise, siz kendinizi bu memleketin dışında bir şey sayıyorsanız, Ramazanınızı da, bayramınızı da alın, gidin.” dedim. O zaman birisi: “Kadın erkek piyasa gâvur işidir, bizde yoktur.” dedi. “İyi ama Ramazan da, Şehzadebaşı’nda bizim damgamızı taşır. Bu neye benzer bilir misin? Fotoğraf da gâvur icadıdır demeye.” diye cevap verdim.

Geçen Ramazan, teravihten sonra bir hasta ziyaretine gitmiştim. Araba ile Küçükpazar’dan geçiyordum. Birdenbire merhum Zekâî Efendi’nin bir bestesi kulağıma çarptı. Baktım: Bir pencerenin içine fonoğrafı kurmuşlar. İnanır mısın, o zamandan beri fonoğrafsız Ramazan’ı aklım almıyor. Burada bir halk var. Onun, kendisinden olan bir hayatı var. Onu içinden, dışından kendisi yaratıyor. İşte benim sevdiğim, inandığım bu hayattır. Din, akide, hepsi bu hayatta şekil alıyor, değişiyor. Arabistan’da Ramazan geceleri minarelerde söylenen naatları dinlerken Peygamber’in bile bizimkinden ayrı olduğunu sandım. Düşün bir kere, Yunus’ta yahut Şeyh Galip’teki Muhammed’i… Bizim ruhaniyetimiz, nuraniyetimiz bize aittir.

Biraz düşündü, sonra bu sefer Behçet’e bakarak yavaş yavaş okudu:

“Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim

Haktan bize sultan-ı müeyyedsin efendim”

Peygambere böyle “efendim” diye ve bu teşrifatla hitap edebilmek için evvelâ Türkçe konuşur doğmak, sonra bizim Türkçemizin içinde doğmak, bizim teşrifat ve âdâbımızdan geçmek lazımdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2015, s. 94-97

EDITOR'S CHOICE

SEMINARS

As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.

MORE INFO


FOLLOW US

Add your e-mail address here to be informed about our programs (seminars, symposiums, panels, etc.).